Fotoğrafın Yönelemeyeceği bir temsil…

Resim ve fotoğrafın etkileşimi zaman içerisinde birbirini var eden asal unsurların oluşmasına zemin hazırlayacak önemli bir görme açısı yaratmıştır. Fotoğrafın icadından sonra resim, zamanın ruhuna uygun olarak derinleşmiş ve sanatı ileri götüren sorgulamalara kaynaklık etmiştir. Resmin bütünlüklü evreninden, fotoğrafın görüntüyü parçalarına ayıran tekil yapısına sanatı,eskisi gibi düşünmek olanaksızlaşmıştır.  Sanatın kökten değişeceğine dair ilk çığlıklar Empresyonist ressamlardan duyulur. Manet’nin Rouen katedralini ışığın yönüne göre resmetmesi fotografik gerçekliğin ressam tarafından ele alınmasına öznel bir başkaldırıdır. Gerçeklik doğadaki bir görünüm değil, hareket halinde günün her saati değişen sürekli yeni gerçeklikler üreten bir yapıdır. John Berger fotoğrafın, resmin hareket ile etkileşimini şöyle açıklamıştır.: “…fotoğraf makinasınınbulunması insanın görünüşünü değiştirdi. Görünen nesneler başka bir anlama gelmeye başladı. Bunlar hemen resimlerde yansıtıldı”. Fotoğrafı dönüştürerek yeni bir biçim elde etmek ya da onu rastgele bir bağlamın içerisinde başka bir figürle kombinasyonunu yaratmak hem kitsch hem de fotoğrafı manipülasyona uğratıp zihinsel bir dışavurumun malzemesi yaparak yaratıcı sanatı da inşa etmişlerdi. Sanatçı, illüstratif ve dekoratif olma sınırlarında gezerken sanatçı aurası ve görme biçimi sayesinde yaratıcı sanatçıya ulaşabilmiştir. Fotoğraf makinesinin en ilkel hali olan Camera Obscura’yı  kullananlar gerçeğe en yakın olanı elde etmek isteyen ressamlar olmuştur.  Sanatın fotoğrafın icadıyla gerçeği ressamdan daha iyi yansıtan bir araç varsa sanatçının rolü nedir sorusuyla beraber doğanın sanatçının üzerindeki egemenliği birey olma ve kendi iç sesini dinleme yönünde bir öznelliğe yöneldi. Doğayı gözlemleyen yerine duyumsama yapan ve içsel doğasını harekete geçiren sanatçının varlığı önem kazandı. Fotoğrafın sunduğu gerçek karşısında beklenenin aksine resim yok olmamış fotoğraf bir araçsallık yaratarak resmin iki boyutlu gerçekliğini, ilerici boyutlara taşımada yardımcı olmuştur. Estetik kuramlarına dayanak oluşturmuştur. Fotografik gerçeklik modern sanatın bileşenlerinden biri olmuştur. Fotoğrafın hazır algısına karşı çıkan dışavurumcular, gerçeği farklı bakış açılarıyla içsellik katarak yeniden kurgulamışlardır.  Resmin gerçeği arayışı ve doğaya bakarak resim yapma teknikleri ressamların denemeleri ve yaratıcı dehaları sayesinde  bugünkü resim algısına ulaşmamızı sağladı. Bu yaratıcı sanatçıların başında Cezanne gelir.  “Matisse, Cezanne’ın bir resmi üzerine 1936’da şunu yazmıştır. Sanatına ve doğaya sadık kalarak küçük görüntüsel duyguları şekilsel yapının yüceliği ile birleştirmede Cezanne rakipsizdir.İlk karşılaşıldığı zaman ulaşılması zor olan yapıtları uzun zaman izlenince zarif bir kusursuzluğu ortaya koyar. Onun için manzara kadar erkek kadın ve hareketsiz yaşam olan doğaya karşı duyguların derinliği de önemlidir.(1) “Cezanne’ın resmetmek istedigi ve çoktan geçmis olan dünya anını tuvalleri üstümüze fırlatmayı sürdürmektedir ve onun Sainte Victorie Dağı, Aix’in üstündeki sert kayada olduğundan başka türlü – ama daha az enerjik olarak değil- ve yeniden oluşmaktadır dünyanın bir ucundan diğerine. Öz ve var oluş, imgelem ve gerçek, görünür ve görünmez – resim, tensel özlerden, etkin benzerliklerden, sessiz anlamlardan oluşan düşsel evrenini açarak bütün kategorilerimizi bulandırmaktadır.”  (2)   Cezanne resimde belirgin kıldığı kuram etkisini kübizmde gösterdi. Görüntünün geometrik şekillere ayrılarak parçalanması resimsel gerçekliğin geldiği en yaratıcı noktasıdır. Braque ve Picasso özellikle de Braque kübizmin inşacısı olmuştur. Resimde tek bir perspektif…

Daha Fazla

Fethi Karakaş

‘Tophaneden’ kazı resmini düşünüyorum. İstanbul’un bulutlarını gözleyeceğim yeniden. Senin çizdiklerine benzeyenler çokluktadır. Sait Faik deyişince ‘Namuslu çiziyor, İstanbul’u yeniliyor’ u bir akşamüstünde yakalayacağım. Karakaş Usta bir bakıma safyüreğindekileri hocalarından günümüze getirirken gözlemciliğinin gelecek özleminde, öylesine düğümler attın ki, elbet akşamlardan birinde ölecektin. Duvarımdaki 12×10 cm. boyutlu “Genç yorgun işçiler” yapıtında bir sigara dinlenmesinde bir türkü mırıldanıyorlar sanki. ‘Akşam oldu, yakamadım gazımı’  Gültekin Elibal Özkan Eroğlu ile yaptığımız Tekhne Forum konuşmalarında Özkan Eroğlu bize (1916 doğumlu 1977 ölüm) Fethi Karakaş isimli bir sanatçının işi üzerinden plastik filozofik bir değerlendirme yaptı. Baskılarıyla tanınan sanatçının kadrinin bilinememiş olması bizi şaşırtmadı desek yeridir. Sanatçının internet sitesinden Nuri İyem imzalı yazıdaki bu paragraf sanatçının görünürde yaptığı işi çok iyi tanımlıyor. Biz daha sonrasında Özkan Eroğlu’nun plastik filozofik yorumuna yer veriyoruz. “Yağlı boya resimde, gravürde, litada, linolyumda gerçekten güçlü ve çok başarılı idi. Verimli çağında birçok ozanımızın şiirlerini yukarda saydığım türlerle çok güzel bezedi. Resimlediği kitapları rastlantı sonucu gösterdiğimiz hemen her Avrupalı sanat adamı, aşağı yukarı şu anlamda onun üstüne değerlendirmeler yaptılar: Ne yaptığını çok iyi bilen ve doğulu kalmayı başaran usta bir ressam. Ne yazık ki, Fethi Karakaş’tan sonra, bir uzun zaman illüstrasyonlarda, tıpkı Avrupalılar gibi işler yapmayı marifet saydık. Sonraları oyma yolu ile yaptıklarının renkli baskılarım da başarı ile uyguladı. Pek çok denemeler yaparak kendi buluşları ile gerçekleştirdiği birbirinden güzel renkli baskılarım, o günleri yaşayanlar bilirler. Hasılı, resim sanatımızın her dalında bir güzel mevsimdi. Karakaş ve hepimiz ona umutla bakar, doruklara çıkacağını düşlerdik. Nitekim bir bankanın açtığı ve Avrupa’nın sayılı eleştirmenlerinin jüri üyesi üyesi olduğu resim yarışmasında, ikinci olduğu gün onun bizim gözümüzdeki değerinin yanlış yargılara dayanmadığını görmüştük. Halk ressamlarının icradaki acemiliğine bürünmeğe uzaktan çağrışımlı bir tutum ve davranışı vardı resimde. Hiçbir yapmacıklığa düşmeden ve kökü halk ressamlığına bağlı kalmakta direnen doğrusu büyük hüner isteyen bir güçlü icradır Karakaş’ınki.”[1] Sanatçının baskı atölyesinde Sabri Berker ve Asım İşler ile çalıştığını biliyoruz.Baskı yönü daha baskın olan sanatçının bir baskı işini Eroğlu, şöyle anlatıyor. “Bir formun içine mi yoksa bir formsuzluğun içine mi çekiliyorsunuz sorusuyla çözümlemeye başlıyor. Karakaş’ın bu işte serbest çizgisel hareketlerin yaptığı organizasyonun yüzeyde olduğunu söylüyor.Serbest olmayan çizgi formu anlatır. Serbest çizgisel form dinamik organizasyona yönelirken soyut bir edimle değerlendirilirken ister çizgisel hareket ister tutuk çizgisel hareket olsun bir sanatçının bilinçli izleyici üzerinden bıraktığı etki son derece önemlidir. Bu etki gözümüzden geçtiği gibi asıl önemlisi ruhumuza etki etmiştir.Temsili bir şey olsaydı göz üzerinden yürüyecekti. Temsili bir şey olmayacağı için gözden ruha kaymıyorsa mesele istendiği etkiyi bırakmıyor. Ükemizde büyük resimlere olan rağbet düşünüldüğünde bu küçük bir işin bıraktığı etki ironiktir.” “İnsan zihni, Gestalt Psikolojisine göre eksik ve tamamlanmamış şeyleri birleştirme ve bütünleştirme eğilimindedir. Rudolf Arnheim, Max Wertstein gibi isimler görsel algının sanat üzerindeki etkilerini araştırmak isteyenler için kaynak olarak alabilirsiniz.” Söylemek istediğimiz iki temel kavram bulunuyor. Çizgisel formun enerjisi…

Daha Fazla

AVANGARD VE KITSCH

Aynı medeniyet, hem T. S. Eliot’un bir şiirini hem Tin Pan Alley’in bir şarkısını veyahut Braque’ın bir resmi ile Saturday Evening Post kapağı gibi iki farklı şeyi üretir. Bunların dördü de kültürel alana aittir ve görünüşte aynı kültürün parçaları, aynı toplumun ürünleridir. Ancak aralarındaki bağlantı sanki burada nihayete ermiş gibidir. Yoksa hangi kültürel perspektif Eliot şiiri ve Eddie Guest şiirini birbirleriyle aydınlatıcı bir ilişki içinde konumlandırmamızı sağlayacak kadar geniştir? Böylesi bir farklılığın tek bir kültürel geleneğin çerçevesi içinde var olması ve kabul görmesi, bu farklılığın şeylerin doğal düzenin bir parçası olduğunu mu gösterir? Yoksa bu, tamamen yeni ve bizim çağımıza özgü bir durum mudur? Bu sorunun cevabı estetik üzerine bir araştırmadan fazlasını içerir. Bana öyle geliyor ki, genelleşmiş değil, belirli bireyler tarafından karşılanan estetik deneyim ile bu deneyimin yaşandığı toplumsal ve tarihsel bağlamlar arasındaki ilişkiyi şimdiye kadar olduğundan daha yakından ve daha özgün bir şekilde incelemek gerekmektedir. Göz önüne serilenler yukarıda sorulan soruya ek olarak başka ve belki de daha önemli sorulara cevap verecektir. I Bir toplum, gelişimi boyunca, kendine ait biçimlerin kaçınılmazlığını haklılandırma kabiliyetini kaybettikçe, sanatçı ve yazarların izleyicileriyle kurduğu iletişimin büyük bir bölümünün dayanmak zorunda olduğu kabul görmüş kavramları bertaraf eder. Artık herhangi bir şeyi varsaymak güç bir hal alır. Din, otorite, gelenek, üslup tarafından içerilen tüm gerçeklik sorgulanır ve yazar veya sanatçı üzerine çalıştığı semboller ve referanslara seyircinin vereceği tepkiyi öngöremez bir hale gelir. Geçmişte böyle bir durum atıl bir İskenderiyeciliğe, yani tartışma içermeleri sebebiyle gerçekten önemli konulara dokunulmadığı ve yaratıcı etkinliğin biçimdeki küçük detayların ustalığına indirgendiği, tüm büyük sorunların geçmiş üstatların örneklerine dayanarak karara bağlandığı bir akademizme yol açmıştır. Aynı temalar yüzlerce farklı eserde mekanik olarak çeşitlendirilirken, yeni hiçbir şey üretilmez: Statius, mandarin şiiri, Roma heykeli, güzel sanat resmi, neo-cumhuriyetçi mimari. Günümüz toplumunun çöküşünün orta yerinde, bizim –en azından bir kısmımızın– kendi kültürümüz için bu son aşamayı kabullenmek istememesi umut verici işaretlerden biri. İskenderiyeciliğin ötesine geçmeye çalışırken, Batı burjuva toplumundan bir kesim daha önce hiç duyulmamış bir şey üretti: avangard kültürü. Üstün bir tarih bilinci, daha doğrusu yeni bir tür toplumsal eleştiri biçiminin, yani tarihsel eleştirinin ortaya çıkması avangardı mümkün kılmıştır. Bu eleştiri, günümüz toplumunu zamansız ütopyalarla karşı karşıya getirmemiş, aksine tarih terimleri ve neden sonuç ilişkileriyle her toplumun kalbinde yatan yapıların kökenlerini, gerekçelerini ve işlevlerini ciddi bir şekilde incelemiştir. Böylelikle, günümüz burjuva toplumsal düzeninin, sonsuz ve “doğal” bir yaşam durumu değil, yalnızca toplumsal düzenin ardışık dizilerinin en son halkası olduğu gösterilmiştir. Bu tür yeni bakış açıları, 19.yüzyılın beşinci ve altıncı on yıllarının ileri entelektüel bilincinin bir parçası haline gelmiş, çoğunlukla bilinçsizce olsa da çok geçmeden sanatçılar ve şairler tarafından özümsenmiştir. Bu nedenledir ki, avangardın doğuşunun, kronolojik ve coğrafi olarak Avrupa’da bilimsel devrimci düşüncenin ilk cesur gelişimiyle aynı döneme denk gelmesi tesadüf değildir. Doğrudur, o dönemde avangardla özdeşleşen bohemyanın ilk yerleşimcilerinin…

Daha Fazla

PAZAR KÖŞESİ: ÇAĞDAŞ SANAT NOTLARI-1

Çağdaş sanat adına bir yaklaşımda bulunurken çağdaş diye tanımladığımız sanat nesnesinin  evrensel estetik değerleri taşıyan bir algının konusu olduğunu düşünmemiz ilk akla gelendir. Çağdaş sanat, kategorik bir sanat tarihinin içinde bize oldukça fazla örnekler sunabilir. Plastik filozofi açısından ise çağdaşlık sanat eserlerini değerlendirirken “sanat için sanat” bağlamında eserleri incelemeye yönleniriz. Bu bağlamda sanatı alımlama gücümüz daha doğrusu eidietik hafızamız rol oynar. Herkes kendi yorumlamasını sanatın ışığında yapabilir. Çünkü sanat büyük harfle yazılan bir otokontrol aracı olmaktan çıkmış her izleyici gözün alımlayabileceği bir çehreye kavuşmuştur. Bu bakımdan sanatın geçirdiği evrimi irdelemek sanata olan bakışı da açığa çıkarır. Her sanat zamanının kendine göre bir sanat zihni olduğunu biliyoruz. Göz ve görme edimiyle sanata bakmanın kişinin öznel nitelikleri aracılığıyla sanatın yaratıcı kaynağına ulaşabilmesi açısından özgürleştirici bir yanı var. Çağdaş sanat bu özgürlük ideolojisini sürekli sanat eserlerinde görünür kılma noktasında ustalaşmıştır. Yalnız tüm bu sanatı okuma çabalarında bulunurken, eserin toplumla olan ilişkisinin net bir şekilde çizildiği noktada eleştiriyi nasıl konumlayabiliriz? Çağdaş sanatın para ile olan sıkı göbekbağı bu olumlu ilişkiyi derinden sarsar. Önümüze bireyi tüm açmazlarıyla düşünüyormuş gibi yapıp kendi otoritelerini sağlamlaştırmak isteyen, parasal hırslarına sanatı alet edinen bir yapının şimdiki zamanda sürekli işbaşında olduğunu görürüz. İnternette çağdaş sanat ile ilgili kaynaklara ulaşmaya çalışırken önümüze klişe sözcüklerden, bireysel bir sanat tarihi ve felsefesi uzmanlığından geçmemiş haberci metni içeriğinden farksız birçok analiz, veri döküldü. Aşağıda bu çıktıları sizinle paylaşıyoruz. Kendimizi sanat alanında geliştirmek, bir yandan sürekli her şeyi sorgudan geçirmek demek oluyor. Zamanın, bize sürekli boca edilen, yapay mitlerine bu sayede kanmaktan kurtulabiliriz. Sanatın barındırdığı sosyal, kültürel, psikolojik içerikten ötürü farklı şekillerde karşımıza çıkmakta olan gariplikleri biz sanat sanmaktayız. Sanat biliminin bilincinde olan kişiler bu ayrımı rahatça yapacak bu teşneye katılmazken bu türden yapaylıkların sanata zarar vermesine izin veremez. Bu noktada günümüzde yaşanan, sanat ekonomisi adı altında sanattan elde edilen  maddi kazancın sanata olan etkisidir.  Daha da önemlisi manevi olarak da sanatın doğasını bozan, sanatın insanla kurduğu samimiyet ilişkisinin yok olmaya yüz tutmasıdır.   İspanya’nın Bilbao Şehrindeki Guggenheim Müzesi İspanya’nın Bilbao şehrinde bulunan Guggenheim Müzesi, açıldığı günden bu yana şehrin ekonomisini dönüştürerek 4 milyar avronun üzerinde gelir sağladı. Sanatın Yumuşak Güç ve Ulusal Marka Aracı Olarak Kullanımı • Hükümetler, çağdaş sanatı kültürel diplomasiyi güçlendirmek ve ulusal kimliği pekiştirmek için kullanır.• Çin, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler, kendilerini küresel kültür merkezleri olarak konumlandırmak amacıyla çağdaş sanat kurumlarına büyük yatırımlar yapmaktadır. Örnek:• Katar, küresel bir kültürel güç merkezi olarak kendisini kanıtlamak için çağdaş sanat eserleri toplamaya ve sergilemeye milyarlarca dolar harcamıştır. 4. İstihdam Yaratma ve Yaratıcı Endüstriler Çağdaş sanat ekosistemi aşağıdaki sektörleri destekler: Son yıllarda küresel sanat pazarı 65 milyar doların üzerinde bir değere ulaşmış olup, çağdaş sanat bu büyümenin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Son Düşünceler Çağdaş sanat yalnızca bir kültürel ifade biçimi değildir—aynı zamanda yatırım, turizm, şehir…

Daha Fazla

Masumların Katledilişi-Nazmi Özüçelik

Geçen yılın son haftasındaki Brüksel gezimizde, Belçika Kraliyet Güzel sanatlar Müzesi’nde Oğul Bruegel’in Masumların Katledilişi tablosunun önünde  –resmin tuvali olarak kullanılan meşe panele yakın– olmak heyecan vericiydi. Karanlık bir dönemin acımasız gerçekliği: Altı üstüne getirilmiş bir köy; milli ve dini baskılar altında çileli bir köy halkı; öldürülen masum çocuklar; Tanıdık. Değil mi? Sansürsüz resmin detaylarını fotoğraflayarak, Pieter Bruegel’in orjinalliğini müdahale ile kaybeden İngitere’deki resmiyle karşılaştırma düşüncesi zihnimde incilendi. Ve bu yazı doğdu. Baba Bruegel’in (1525/30 – 1569) resmi biricik olup, İngiliz Kraliyet Koleksiyonu bünyesinde Kraliçe’nin Galerisi’nde sergilenmektedir. Resmi, sanatseverlerce daha da ilginç kılan tarihi gerçek, İngiltere’nin Romalılar tarafından işgali sırasında, Roma İmparatoru II. Rudolf’un resimde ölmüş ve öldürülmekte olan çocukların üzerlerini hayvan (kaz, hindi, köpek, kuğu vb.) figürleriyle boyatarak kapattırmasıdır. Böylece resim, anlattığı olaydan koparak başkalaşır ve anlamını kaybeder. Bu resmin yediyle, on dört kadar tıpkısı veya benzerinin  babasından sonra Oğul Bruegel (1564 – 1638) tarafından yeniden yapıldığı sanat tarihçilerince ileri sürülmektedir. Gerçekten de, bunlardan bazılarını Brüksel dışında Viyana ve Bükreş müzelerinde görmek ve bazılarının varlığından da astronomik fiyatlı satışları sırasında haberdar olmak olasıdır. Masumların Katledilişi’nin tarihi köklerine inecek olursak, İncil’in Yeni Ahitinde yer alan bir dini hikayeyle karşılaşırız. Matthew’in öğretisine göre; Yahuda Kralı Herod’un emriyle iki yaş altındaki bütün erkek çocuklar öldürülür. Hikaye, Kudüs yakınlarındaki Bethlehem’de geçer. İsa’nın doğuşunu haber alan kral, doğmuş ve yeni doğan çocukların öldürülme emrini verir. Emri duyan melekler durumu İsa’nın ailesine bildirir ve aile Mısır’a kaçar. İsa bu şekilde öldürülmekten kurtulur. Hikayeyi içselleştiren Katolik kilisesi, katledilen çocukları İsa namına ölen ilk şehitler olarak kabul eder ve Noelin 4. günü, ‘Kutsal Masumlar Günü’ olarak kutlanmaya başlanır.   Modern din tarihçileri, başka hiç bir dini kayıtta geçmeyen ve bir kehanete dayanan hikayenin Matthew’in kafasından çıktığını ve gerçek olmadığını belirtiyorlar. Raphael ve Rubens başta olmak üzere bir çok ressam ve heykeltraş tarafından resmedilerek  yeniden ve yeniden yaratılan dini sahneler, hikayeyi  Sanat Tarihi içinde günümüze kadar getirir. Hollanda’nın aydınlanmacı ressamlarından olan Bruegel, masumların katline dair hikayeyi, 16. yy. Hollanda’sına taşır. Bir köye baskın yapan İspanyol askerleri ile Alman paralı askerlerine köylülerin küçük çocuklarını öldürtür. Ressamın, İspanyol yönetimine milliyetçi bir başkaldırı olarak başlayan ve Hollanda tarihine 8 yıl savaşları olarak geçen savaştan esinlendiği, resimde kolayca tanınan asker üniformalarından anlaşılmaktadır. İspanyol Kralı II. Philip’in, işgali altındaki Hollanda topraklarında katolik düzeni tesis etmek amacıyla, milliyetçiliği ve protestan halk ayaklanmasını bastırmak için, 10 bin kişilik ordusunu Hollanda’ya gönderdiği tarihte yer almaktadır. Resmin, Bruegel tarafından  1564-65 yılının sert kışının karlı, buzlu, dondurucu soğuğuna rastlatılması  detaylarda kendini gösteren şiddet etkisini iyice dramatikleştirir.

Daha Fazla

NİYAZİ KAHVECİ İLE…

Özkan Eroğlu: Sevgili hocam konuşmamıza hemen girelim ve Paul Cézanne diye bir ressamı tanırsınız tabi; “doğada her şey mutlak surette geometrik form’a döner,” der. Bunun birçok örneklerini ayrıcalıklı olarak analojik olarak baktığımızda Mimar Sinan’da da gördüğümü düşünüyorum. Sanat tarihçileri bunun çok farkında değil. “Mimar Sinan Ruhsallığı” isimli kitabımın sonlarına doğru bu konuda yargılarım var. Niyazi Kahveci: Felsefi olarak sorguladınız mı Mimar Sinan’ı? O önemli? Ö.E: Fenomenolojinin (Görüngübilim) derin düşünme ilişkisi bağlamında “Körper” (Beden), “Auge” (Göz), “Seele” (Ruh), “Geist” (Zihin) kavramlarıyla “Geist” (Tin) kavramı oluşarak tinselliğe yönelinir. Bütün bu kavramlar sanat filozofisinde de değerlendirilir ve sanatın aracılığıyla ciddi ve bambaşka kavramların da devreye girmesine yardımcı olur. Bedenle başlayıp, gelişen bir izlenimci bakış açısı vardır ilkin, daha sonra duyguları da içe almaya başlayarak, doğaçlama bir bakış açısı gelişir ve daha sonra en sonunda da bunlar üzerinden bir kompozisyona varılır. Bu üçlü izlekte az önce saydığım kavramların kuvvetli etkileri bulunmaktadır; özellikle “Hochwelt (Yüksek âlem)” açısından. Bu bağlamda bir tinselliğe, yani bir piramidin tepesindeki tek noktaya ulaşma çabasına benzetilebilir bütünüyle söz konusu gelişmeler. Buna “tinselliğe doğru evrilme” diyoruz. Kandinsky’nin “Über das Geistige in der Kunst (Sanatta Tinsellik Üzerine)” kuramsal metni de sanat açısından vurguladıklarımızı işler ve yüksek âlem üzerine düşünce geliştiren Rudolf Steiner ile kesinlikli bir bağlantı içindedir ve adeta Steiner’in sanattaki yansımasıdır. Steiner, Nietzsche akli melekesini yitirdikten sonra, kız kardeşinin çağrısıyla filozofun kütüphanesinde çalışmalarda da bulunmuştur. Sırf dile getirdiğimiz meselelere pratik bakış geliştirebilmek için. Konuşmamıza bu konular üzerinden girerek, bu yöndeki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum. N.K: Biz insanın yapısını ikiye ayırıyoruz. Biri; biyolojik, bedensel, fiziksel, hormonal, kimyasal, animal dediğimiz a priori (verili) yapı, sonuçta bu insan değil zaten. Biz bu biyolojik mekânda, meskende yapay, lojik, hüminal dediğimiz beşeri varlığı üretiyoruz. İnsan olan boyut bu, diğeri insan değil. İnsan dediğimiz zaman her şey insanda iki tanedir, akıl dediğimiz zaman da iki tane. Zihin dediğimiz zaman iki tane, düşünme dediğimiz zaman da iki tanedir. Biri doğal yerleşik “native”, ev sahibi biyolojik asitsel hormonal, diğeri ise yabancı, sığınmacı, mülteci, insan dediğimiz şey. O nedenle akıl için İngilizce’de iki kelime kullanılıyor. Biri  “brain” beyin yani doğal akıl; biyolojik, bunun düşünmesi de kendisine özgüdür. Otomatik refleksif düşünür. Akıl için bir de “logos” diye bir kelime var. 2500 yıl önce ilk adını koyuyorlar. İlkel beşeri akıl. Gel zaman git zaman 2300 yıl sonra özellikle 18. asırdan sonra bu akıl; “Reason”, “Ration” ve “Rasyon” adını alıyor. Bu akıl hep beşeridir, ilk insanda da yoktu, bugün doğan bebekte de yoktur. Bunu biz 5 milyon yıl önce icat ettik. İnsana monte ettik. Biz bunu gıdım gıdım düşünmeyle geliştirdik. Bugünkü aşamaya geldi ve bu icatları yaptı. Akıl, düşünme işlemlerini yapan aygıttır. Düşünme işlemleri zihinde yapılıyor. Zihin de iki tanedir, biri doğal zihin; ona “mind” deniyor genelde, öbürü beşeri zihin; intellect (entelek). Entelektüel dediğiniz zaman da birine; beşeri,…

Daha Fazla

SQUARE, KARE

Modern hayatın bir yanılsamasının içinden geçtiğimiz bu zamanlarda yönetmenliğini Ruben Östlund’un yaptığı “Square “ “Kare” (2017) filmi ironik diliyle bize kare formunun simgeselliğinde günümüz yaşantısının bir fotoğrafını çekiyor. Kare, kelime anlamıyla basit, geometrik bir şekli andırırken bile kökleri antik yunan’a uzanan sanatın en eski çağlardaki mimari, resim, heykel alanlarındaki formları akla getirir. Simyanın dilinden ise kare formların zengin içeriği ruhani yapısı biraz zihnimizi zorladığımızda akımıza ilk gelenlerdir. Elbette kültürel dolayıma girdiği anda daha birçok fikir, duygu ve çağrışımların taşıyıcısıdır. Bu filmde karenin sert köşelerini duyumsadığımız kadar daireye dönüşebilen esnek ve keskin yanının da farkında olmalıyız. Bu filmde bir sınır tayin edici olarak kare “içerisi ve dışarısı” ile ilgili göstermelik bir biçimde iletişim kurmaya çalışıyor. Aslında tek yapmak istediği sanatı, içinde bulunduğu toplumun halkla ilişkiler yüzü yapmaktan, yenilik ideolojilerini sürdürüp düzenin bir parçası olma mutluluğunu hissettirmekten başka  bir şey değil.  Bu, ciddiye almak da zorlandığımız çağdaş sanat adı altında tekrarlanan taktikler filmi baştan sona ironik kılıyor. Çağdaş sanatın sınırları bir iletişim kategorisi olarak tanımlandığında, sanat olduğu düşüncesinden izleyiciyi soğutuyor. Çağdaş sanat, kendine has diliyle aslında mantıksal tekrarlarını yaratmış bulunuyor. Bu çağdaş sanatın kendini adadığı eleştirel bir dil kullanma yöntemidir. Eleştirisini gerçekleştirdiği bu yeni sanat idraki sanat ile hayat arasında bir dolayım sunmaya çalışırken aynı zamanda eğri oturup doğru düşünmenin deneyimlerini yansıtıyor. Eleştiri kendisini kurtaramazken yeni simgesel bir dille teknolojinin içinden konuşmak bağımlı ve verimsiz bir ilişki yaratıyor. Kare’de bu kösnüllüğün içinde soluk alırken artık çoktan eriyip gitmiş varlığını içi boş bir şekilde hayaletini yaratmakla meşgul. Kare filmi, “x royal çağdaş sanat müzesi”nde bir yerleştirmenin adı. Sloganı ise “Güven ve ilginin mabedi olan Kare’nin içerisinde insanlar eşit haklara sahiptir.” Çağdaş sanatın pozitif dili yine iş başındayken, filmin kahramanı Christan kutsal isminin yanında mağrur ve saygın görünmeye çalışırken yaşamın sert gerçekleri karşısında bu kadar da ılımlı kalamıyor. Sürekli ritmi çatışmacı bir anlayışla dinamik tutan yönetmenin hikayesinde, kahramanı, bir müze küratörüyken burjuva köklerine yenilip cüzdanını çalan bir hırsızı takip eder. Oturduğu apartmanı bulunca herkese tehdit mektupları yazarak eşyasına ulaşmayı umar. Göçmenlerin yaşadığı apartmanda bir çocuğun kırılan gururunu tamir edemedikçe kariyerine katmak istediği kare sergisi bir başarı olmaktan uzaklaşır. Eşitlik kavramı, ayrıcalıklı kişilerin hak arama özgürlüğüne dönüştükçe baltalanmaktan ve aynı mantığı üretmekten öteye gidemiyor. Karenin ilgi, güven ve eşitlik mabedi olması kullandığı dilin etkileyiciliğine rağmen yaşama dair bir şey söylemeyip ilişikte bulunduğu sanat kavramlarıyla birlikte yok oluyor. Kapitalizm gerçeğinin, sanat ve para ilişkisinin çağdaş sanat anlamında sanatı değersizleştirdiğini düşünürsek bu filmdeki müze ve sergi faaliyetleri bu ilişkinin asıl oyuncuları oluyorlar. Sergi tanıtımındaki kuramsal dilin sıkıcılığı, sergi aktivitesinin sonundaki eğlence unsurları buradaki sanat dışındaki gariplikleri gözler önüne seriyor. Yönetmenin birbirini kesen sahnelerdeki seyirciyi aktif tutma isteği filmin sahneleme ve oyuncu anlayışını da etkiliyor. Filmde modernlik bağıntılı birçok şeyi açıkça bulabilmemiz filmin görece yeni olmasından kaynaklanıyor. Toplumdaki bireyler içinde modernlik…

Daha Fazla

Tehlikeli Karşılaşma; Sanat ve Para-Tuğba Gürkök

“Çağdaş sanatın verdiği meyvelerin değerini belirleyen içlerindeki yaratıcılık mıdır yoksa ne kadara satılabildikleri midir?” Para; hayatımızın hemen her alanına kaçınılmaz olarak girmiş, etrafımızdaki hemen her şeyin değerini belirleyen bir ölçüt. Para size mal, mülk ve hatta güç kazandıran çağın başrol oyuncusu. Buna karşın hepimiz şunları savunmuşuzdur; para manevi değerlerimizi ele geçiremez, sevgimizi ele geçiremez (belki), mutluluğunuz üzerinde belirleyici olamaz vs… Soyut değerlerimizi hep paradan uzak tutmaya eğilimliyizdir çünkü onların parayla sıkı ilişkide olması bizi rahatsız eder. Peki, para yaratım gücünü ele geçirebilir mi, bu gücü yönetebilir mi? Çağdaş sanatı incelerken sorulması gereken sorulardandır bunlar. Bu konuya kafa yorarken, “Monnaie de Paris” tarafından düzenlenen bir sergi geldi aklıma; bahsedilen tehlikeli karşılaşmayı pek çok yönden ortaya koyan bir sergiden bahsediyorum. Bu yazımda konuya, bu sergiden damıttıklarımla yaklaşmakta fayda görüyorum. İlk olarak şunu belirtmek lazım; sanat çok eski dönemlerden beri parayla ilişkili bir alan olmuştur. Elinde para gücünü bulunduranlar sanata hem zevk için, hem de sonrasında kârlı çıkacakları alışverişlere girişmek için yatırım yaptılar. Sanatçının gücünü asıl besleyen kaynak bağımsızlığıyken, sanat eseri üretmek para gerektiren bir süreç halini almıştır. Özellikle bizim çağımız gibi, ekonominin gücünü hayatımızın tam merkezinde bulduğumuz bir çağda ise artık bu sanat-para ilişkisi, üzerinde düşünmeden edilemeyecek bir boyuta taşındı. Sanat tarihçisi ve eleştirmen Harald Szeemann’ın bahsettiği noktadayız; “günün sanatını sorgularken karşı karşıya kalmaktan sakındığımız ama aslında tam da merkeze yerleştirmemiz gereken bir konu sanat ve para karşılaşması”. Özelikle 1980’lerden bu yana sanat eserine bakarken estetik değeri ve ticari değeri birbirine karıştıran bir dünyanın içindeyiz. 1960’larda başlayan kırılma 1960’lara kadar sanatta avangard olan ve toplum tarafından çok da benimsenmeyen sanatçılar, kendilerini ticari değerlerin öne çıktığı bir pazar içinde bulmamışlardı. Marcel Duchamp gibi çığır açan sanatçılar bile hayatlarının büyük kısmını para sıkıntısıyla geçiriyorlardı. Onların sanat eserlerinin oluşumunda ekonomi değil, diğer sanatçıların ve eleştirmenlerin yorumları etkiliydi. 1960’lar civarında ise para sanatçılar tarafından özellikle aranan bir kaynak haline gelmeye ve eserlerinin de konusunu oluşturmaya başladı. Bilindiği gibi Pop-Art ve Yeni Gerçekçilik, dönemin tüketim toplumunun bir yansıması olarak ortaya koyulmuştur. Maddi değerler tarafından adeta bir büyülenmenin söz konusu olduğu bu dönemin ardından 1990’larda artık para, sanatta hemen hemen başka her şeyden daha belirleyiciydi. Gerekli kaynağa sahip olmayı başaran ve piyasada en büyük paraları döndüren sanatçı dönemin gözdeleri arasında yerini alır durumdaydı. Bu durum Richard Prince, Jeff Koons gibi sanatçılara sanat dünyasında başrolü kapma fırsatı vermiştir. Alma-Satma dünyası Ekonominin, hayatın her alanında yönetici güce sahip olduğu dünyada ticaret merkezleri çağın en büyük mabetleri halini almış, insan bedeni ise paranın satın aldıklarıyla donatılan ve satın alınabilen zevklerden beslenen, içi, dışı parayla sarmalanmayı bekleyen bir boşluğa dönüşmüştür. Bu gerçek kendini en çarpıcı biçimde Barbara Kruger, Matthieu Laurette, Claude Closky, vb gibi sanatçıların eserleriyle ortaya koyar. Bu alma satma dünyasında söz konusu, varlığını sürdürebilmek için ekonomiyle iç içe geçmesi gereken sanat olunca şu…

Daha Fazla

John Locke İDELER VE KÖKENLERİ

İNSANLARIN ANLAMA YETİSİ ÜZERİNE John Locke İDELER VE KÖKENLERİ İnsan düşündüğünün ve düşünürken zihninde dolaşan şeylerin ideler olduğunun bilincindedir; öyleyse şu kesindir ki, insanlar zihinlerinde beyazlık, sertlik, tatlılık, düşünme, hareket, insan, fil, ordu, sarhoşluk ve benzeri sözcüklerle dile getirilen çeşitli ideler taşırlar. Bu durumda öncelikle araştırılması gereken “Onları nasıl ediniriz?” sorusunun yanıtıdır. İnsanların varoluşlarının başında zihinlerine damgalanmış doğuştan ideler ve ilk harflere sahip oldukları yolunda kabul görmüş bir öğreti vardır. Bu sanı üzerinde zaten oldukça fazla durmuştu : Anlama yetisinin sahip olduğu tüm ideleri nereden edindiğini gösterdiğimde; önceki kitapta söylemiş olduklarımın çok daha kolay benimseneceğini sanıyorum. Zihne hangi yol ve aşamalarla girdikleri de herkesin kendi gözlem ve deneyiminden ortaya çıkacaktır. Gelin zihni başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış düz beyaz bir kâğıt (tabula rasa) gibi düşünelim -Bu kağıt nasıl doldurulur? İnsanın sınırsız kurgu yeteneği ile zihne aktardığı bu zenginliğin kaynağı neresidir? Tüm bu bilgi ve akıl malzemelerini zihin nereden edinmektedir? Bunlara tek yanıtım var. “DENEYİM”. Tüm bilgimiz önünde sonunda deneye dayanır ve deneyimden gelir. Anlama yetimizi tüm düşünme malzemeleri ile donata dışımızdaki duyulur nesneler ya da kendi içimizde algılamadığımız ve duyduğumuz zihinsel işlemlere yönelik gözlemimizdir. Bunlar tüm idelerimizin doğduğu bilgi pınarlarıdır. Duyulur nesneler alanında DUYULARIMIZ zihne bunların etkileme biçimlerine göre çeşitli algılarını iletirler. Dolayısıyla sarı, beyaz, sıcak, soğuk, yumuşak, sert, acı, tatlı ve benzeri tüm duyulur niteliklerin idelerini ediniriz; “duyular zihne iletirler” ile söylemek istediğim duyularının zihinde bu algıları üreten şeyleri dış nesnelerden alıp zihne taşıdığıdır. Sahip olduğumuz, duyularımız yoluyla anlama yetisine aktarılan çoğu idenin bu önemli kaynağına ben “DIŞ DUYUM” diyorum. Deneyimin anlama yetisini idelerle doldurmasına kaynaklık eden bir diğer şey de, zihnimizin idelerine ilişkin işlemlerin algısıdır ki, bu işlemler düşünme sırasında anlama yetisini dışındaki nesnelerden sağlanamayacak olan başka bir grup ide ile donatır. Bilincinde olduğumuz ve kendimizde gözlemlediğimiz algılama, düşünme, kuşku duyma, inanma, uslamlama, bilme, isteme ve benzeri çeşitli zihinsel edimlerle de anlama yetilerimize seçik ideler katarız. Her insanın içinde bu kaynak vardır; dışımızdaki nesneler alanında olmadığından duyu değilse de çok benzemektedir ve içsel duyu diye adlandırılmak için uygundur. Fakat sunduğu ideleri zihnin kendi içinde yürüttüğü işlemler üzerinde düşünerek edinmesine bağlı olarak diğerine DIŞ DUYUM diyorken, bunu da İÇ DUYUM diye adlandırıyorum. Bu inceleme boyunca İÇ DUYUM ifadesi geçtiğinde, zihnin kendi işlemlerini, anlama yetisinde bunların idelerini üreten akıl yardımıyla anlaşılsın isterim. Dış Duyumun nesneleri olan dışımızdaki somut şeyler ve İç Duyumun nesneleri olan zihnimizdeki işlemler bence tüm idelerimizin doğduğu kaynaklardır. Burada kullandığım geniş anlamıyla “işlemler” terimi zihnin idelerine ilişkin etkinlikleri yanında, bir düşünceden doğan doyum ya da rahatsızlık gibi etkinliklerin kendilerinden kaynaklı kimi edilginlikleri de içermektedir. Anlama yetisinde bu kaynaklar dışında bir yerlerden edinilmiş hiçbir ide yoktur bence. Dışımızdaki nesneler zihni bizde ürettikleri farklı algılara karşılık gelen duyulur niteliklere ilişkin idelerle donatırlar; zihin de anlama yetisini kendi işlemlerine ait idelerle doldurur. Bu…

Daha Fazla

Galerileri Yakalım !

Kerem Şahinboy Galerileri Yakalım! Türkiye’de galerileri yakıp, sahiplerini ve çalışanlarını mancınığa bağlayıp denize atmadan bu saçmalık buhranından kurtulamayız. Önümüze sanateseri diye getirilen ıvır zıvırlar, vıkvıklamak adı altında düzenlenen etkinlikler, estetik, yetenek, teknik, malzeme, kompozisyon, fikir açlığı çeken abuk sabuk işler, menstural kanını iplere bulayıp kağıt parçalarını çerçeveletenler, televizyon antenlerini çimentoya saplayıp müşteri bekleyenler, göbek bağı derisini sergileyenler, hepsi tek tek sanat dünyamızdan tasfiye edilmedikten sonra bir ilerleme gerçekleştiremeyiz. Etrafımız çağdaş sanat adı altında yutturulmaya çalışılan, aklımızla, beğenimizle dalga geçen şarlatanca maddelerden geçilmez oldu. Ben yaptım oldu düşüncesiyle hareket ediliyorsa işte ben de söyledim oldu. Küçüle küçüle, kendilerini toplumdan izole ede ede avuçiçi kadar bir grup kaldılar. Kalanların küçük bir kısmı dışındakiler de paralı ve eğitimsiz palyaçolar grubu… Yolda bulduğu ağaç parçasını çekinmeden, utanmadan, sıkılmadan bir çerçeveye tıkıp, alt metnine de kavramsal bir hikaye yazıp sergileyen sanatçılarla (!) karşılaşıyoruz. İşin daha traji-komik durumu ise galerilerin de bu dümen suyuna köpük olmaları. Satamıyorlar. Ağlaşıp duruyorlar. Kimse şapkasını önüne alıp ellerindeki iş modelinin sürdürebilir olmadığını itiraf edemiyor. Hala Ambroise Vollard kadar yetkin değiller. Yüz sene öncesinin galericiliğini bile yapamıyorlar. Bakınız, bir galeri alanında sergi açıp bir ay boyunca bir veya birkaç sanatçının işlerini sergileyip onları satmaya çalışmak modeli yaklaşık elli yıl önce öldü. Biraz vicdanlı olalım ve Türkiye için bu yapının 2000’lerden sonra bittiğini söyleyelim. Eskiden galericinin kendi müşteri ağı vardı ve insanları tanırlardı. Şimdi herkes ama herkes bilinir, bulunur ve ulaşılabilir duruma geldi. Bir koleksiyoner neden %50 gibi fahiş bir komisyon oranıyla galeriden iş alsın ki? Dönüşmek zorundalar, hem de öyle hızlı ve radikal şekilde dönüşmeliler ki yaşayabilsinler. Bu geri kalmışlar gurubu, sanatçıların da önünü tıkıyorlar. New York’ta, Berlin’de, sağda solda gördükleri eserleri benzer fiyat yapısıyla buradaki izleyicinin beğenisine sunmaya çalışıyorlar. Böylesi büyük bir absürtlük olabilir mi? Tutmuyor. Tek tek kapanıyorlar. Topluma ulaşmadan yeni, çağı yakalayan bir galericilik anlayışı benimsenmeden, yüz sene öncenin teknikleriyle çağdaş sanat eseri satmaya çalışarak nasıl bir ticari sürdürülebilirlik öngörüyorlar merak ediyorum. Bir kere, kendi knowhowunu koymadığın, üretmediğin, icat etmediğin, mamül haline getirmediğin bir emtiayı %50 gibi kar marjlarıyla satamazsınız. Bunu size piyasa sattırmaz. Galericiler de emlak komisyoncuları gibi, freight forwarderlar gibi aracı kurumlardır. İstisna durumlar dışında al-sat aracılığı yapanlar için kar marjı %5 ila %10 arasındadır. Yüksek komisyon oranları satışların önündeki büyük engel. Galeri sanatçının önünde bir engel teşkil eder hale geliyor. Satamayan, para kazanamayan bir ressam bir süre sonra ya o işi bırakacak ya da galeriden ayrılacak… Her iki durumda da herkes zararda. Hem galerici, hem sanatçı hem koleksiyoner hem de sanat dünyamızın geri kalanı. Galerileri pahalı kiraları olan mekanlarda kiralıyorlar. Genel giderleri çok yüksek. O geliri edinmek adına ufak komisyonlar işlerini görmüyor. Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Bir eserin fiyatını soruyorsunuz. Önce 50bin TL diyorlar. Ardından bir iki ay sonra sizi arıyorlar ve fiyat 25bin TL ye iniyor.…

Daha Fazla