Asimo Mona Lisa’yı Öldürdü Mü?

Vedat Hazen Günümüzde sanat ve sanat felsefesi tartışmalarının bir boyutu da, sanatın var oluşu ya da tükenişi üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Kimilerine göre sanat, işlevini yerine getirmiş, teknolojinin yaşamın her alanında kullanımının yoğunlaşması ile beraber ölmüş ya da ebediyete taşınmıştır. Kimilerine göre ise, sanat işlevini yitirmemiş, ağır darbeler almasına rağmen yaşamını -kabuk değiştirerek de olsa- devam ettirmektedir. Tüm bu tartışmalardaki ortak nokta, teknolojinin sanata önemli ölçüde zarar verdiğidir. Gerçekten de teknoloji sanata zarar vermiş midir? Eğer böyle bir zarar verdi ise, bu nasıl gerçekleşmiştir? Teknoloji ile sanat arasında nasıl bir ilişki vardır?Tüm bu sorulara cevap verebilmemiz için, öncelikle sanata, ne ve nasıl olduğu sorularını sormamız, bu sorulara yanıt aramamız gerekmektedir. Dilimizde kullandığımız sanat sözcüğü, Arapça sun sözcüğünden türemiştir.Araplar, ilkin bu deyimi, insansal gereksinmeleri karşılamak için yapılan veiş anlamına gelen sınaat (çoğulu sanayi) sözcüğü ile gündeme getirmişlerdir.Dilimizde, özdeksel gereksinmeleri karşılamak için el uzluğu ile yapılan iş anlamında kullanılan zanaat deyiminin, kaynağı da budur. Aslında sanat ve zanaat arasındaki bu önemli ayrımın üzerinde yoğunlaşmamızgerekecektir. Günümüz Avrupa kültürünün kökeni olarak gösterilen EskiYunan’da, sanat sözcüğü yerine, bugün teknik sözcüğüyle dile getirilen ve bir iş ortaya koyan davranış anlamına ulaşan tekhne sözcüğü kullanılmıştır.Sanat kavramının Arapça ya da Yunanca kökenlerine baktığımızda,tanımlardaki ortak noktanın, yapılan iş olarak nitelendirildiğini görüyoruz.Ancak bu tanılamanın, bazı karışıklıklara yol açtığı da apaçık ortada. EskiYunan’da tekhne kavramı, hem duvar, hem de heykel yapan kişi için kullanılmıştır.Bu iki iş arasında, en azından adlandırmada bir ayrım yapılmamış olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor. Yani heykeltıraşın duvarcı, duvarcını heykeltıraş olduğu kabulü söz konusu. Bu ayrımın yapılamamış olması, tekhne ve sanat sözcükleri arasında bir bütünlük kurulmasına nedenolmuştur. Ayrıca böyle bir ayrımın yapılamamış olmasının ortaya koyduğubir başka boyutu ise biçim, öz ve değer kavramlarının tanımlanamamış olmasında buluyoruz. İlkin Platon ile birlikte başlayan ayrıştırma, Aristoteles ile beraber bilimsel bir kategorize etme ve sınıflandırma çalışması ile netlik kazanmıştır. Felsefe tarihi içerisinde de ilk söylemler, Platon’un güzellik felsefesi ile karşımıza çıkmaktadır. Etkisini günümüzde dahi sürdüren Platon’cu anlayış, tekhne ve sanat sözcüklerinin taşıdığı kavramsal boyutlar arasındaki ilişkiyi zoraki olarak yakınlaştırmıştır. Platon için, içinde bulunduğumuz nesneler dünyası, idealar dünyasının bir gölgesinden, taklidinden ibarettir. Dolayısı ile konusu, nesneler dünyası olan sanat, mimetik bir hareket olup, taklidin taklit edilmesinden başka bir şey değildir. Platon için sanat epistemik bir meseledir.Sanat, gerçekle değil, görünenle ilgilenir. Bu da onu güvenilmez kılar. Aynen tekhne adı altında buluşan marangoz, duvarcı, demirci vb. gibi. Onlar da idealar dünyasının kopyası ile uğraşırlar, belki de bu nedenle, aralarındaki ayrıma yönelik bir çaba içine girmek de, Platon için yersizdir. Buna karşın; Aristoteles de sanatı bir mimesis olarak tanımlamış, anca Platon’dan farklı olarak, nesneler dünyası ve idealar dünyası ayrımı yapmamıştır. Yani sanat, nesneler dünyasını konu edinirken, gerçeğin kendisinitaklit etmiştir. Bu bakış açısı, sanat ve tekhne arasındaki bir ayrımın temellerini de ortaya koyar. Aristoteles bu ayrımın temellerini mimemis anlayışı ile değil…

Daha Fazla

Courbet’nin Realizm Anlayışı-Söylem ve Gerçek

Horst-Martin Herrmann Çeviren: Özlem Kalkan Erenus Courbet’nin sanatını ele almak, güzel sanatlar alanında bir yandan Romantizm’in motif ve anlatım araçlarının hâlâ göze çarptığı, öte yandan yeni bir motif meselesi ile ilgili olarak, üslupta sanatsal bir devrimin müjdelendiği,bir toplumsal devrim sürecinin varlığı üzerine düşünmeyi gerektirir.Sanatçının tüm bireyselliğiyle ifade bulan resimler, Romantizm içinde, duygu ve fantazi yüklü bir duygulanım dünyası oluşturur. Romantik sanatçının yaratıcı kişiliğini vurgulamasıyla birlikte ortaya çıkan zıt durum ise, oluşum koşullarını toplumsal düzlemde bulur. Neredeyse yalnızca maddi değerler doğrultusunda konumlanan, gelenek ve kültürden yoksun gibi görünen ve sanatsal meselelere karşı kayıtsız davranan, yükselen burjuvazi ile karşılaşırız. Sanatı reddeden bu tutum karşısında, toplumsal gerçeklerin farkında olan sanatçı kendi içine kapanır ve Romantizm’den bir yaşamsal hedef ve program (Hauser 1975, 209) oluşturarak, yaşamı sanata uydurmaya çalışır. Fransız resminde bir Delacroix’ya bakarak, Romantizm’in tepe noktasını görebiliriz. Motifleri genellikle tarihten alınmıştır, içeriksel anlamda hiçbir şekilde toplumsal realiteye dayanmaz ve gerçeklikten kaçınıyormuş gibi görünür. Formun mükemmelliği, içeriğin yerini almıştır: Amacınkendisi olarak sanat, sanat uğruna sanat, estetik bir ideolojinin ifadesi olarak sanat. Bu dönemin ardından sanat, gerçeklik ve toplumla ilintili bir tarihçeyi yeniden formüle etme olanağını buldu. Çünkü dayanak noktasınıtopluma dair gerçekliği merkez alarak oluşturan ve Courbet ile temsilcisine kavuşan Realizm, ancak toplum ve sanat üretimi arasındaki diyalektikten hareketle evrimleşebilirdi. Delacroix’nın realist olmayan alegorisi Halka Önderlik Eden Özgürlükün aksine, Fransız toplumunun içinde bulunduğu gerçek durumu gösteren birlik iradesi, Courbet’nin Sanatçının Atölyesi olarak da adlandırılan Gerçek Alegori(1) adlı resminde anlatılmıştır. Bu resim, sanat-kuramsal pozisyonları görselleştiren ve 17. yüzyılda Hollanda’da rağbet gören Atölye Resimleri kapsamında değerlendirilebilir. Courbet’nin Atölye Resmini içerdiği gerçeklik bağlamında anlayabilmek için, sanatını konumlandırdığı ortamı incelememiz gerekir. Courbet’nin çağı, insanların yaşam tarzını değiştiren ve onları yeni bir gerçekliğe uyumsağlamaya zorlayarak gelişen, endüstrileşme ile şekillenmişti. Duygu dünyasına dalan Romantizm, bu yeni toplumsal koşullara tepki göstermeye uygun dili bulamıyordu. Böylelikle Courbet, sanat ve topluma dair resmî görüşten uzaklaşarak, sıradan insanların sade yaşamlarının da sanatsal ifadede merkezleştiği, kendi karşıt görüşünü geliştirdi. Realizm kavramını takdim eden ve bu kavramı Paris’te 1848 Haziran Ayaklanması sırasında, tarihte ilk kez proletarya barikatlara tırmandığı zaman tanıtan kişi Courbet oldu (Held/Schneider 1998, 364). Courbet, arkadaşı Pierre Proudhon’un(2), bugün daha çok klasik anarşist düşünce modeli olarak tanımlayabileceğimiz, politik-ekonomik teorisine sıcak bakıyordu. Proudhon, daha 1840’ta yayımlanan Mülkiyet Nedir? adlı makalesinde, meşhur tezini öne sürerek, mülkiyeti hırsızlık olarak tanımlamıştı. Delacroix, Courbet’nin resimlerini gördüğünde, insanlık dışı gerçekliğin doğrudan anlatımından rahatsızlık duydu. Delacroix’nın algılama biçimini anlamaya çalışalım: Asıl rahatsız eden, anlatım metodu ya da benzetme düzeyi değildi; çünkü bu, geleneksel natüralist sanattı. Rahatsız eden daha çok, benzetme objesi olan, çiftçi ve işçilerin çirkinliğiydi (Hauser 1975,821). Romantize edilmiş İdealizmin aşağı görülmesi ile birlikte, topluma karşı gelişen protesto, ilk kez burada kendini gösteriyordu. Bir yandan da, Courbet’nin resimlerindeki natüralist tarz, toplumun içinde bulunduğu durumabağlı görüntüsünü tam anlamıyla temsil etmeye olanak sağlıyordu. Kendini söz konusu…

Daha Fazla

Bir Dehanın Günlükleri Üzerine

Leonardo Da Vinci Çağatay Odabaş ve gerçek şu ki, o çeşitliliği görmez ve aklında tutamazsan mükemmele erişemezsin. Kuşkusuz Leonardo Da Vinci’nin zekası ve araştırma yeteneği, onun insan- lık tarihinde yaşamış olan en büyük dehalardan biri olmasını sağlamıştır. Günümüzde yayınlanan Tony Buzan ve Raymond Keen’in yazmış oldukları Book Of Genius (Dehanın El Kitabı) isimli araştırma kitabında insanlık tari- hinde yaşamış olan dahileri sıralamak için 11 önemli kıstas tespit edilmiş. Bu kıstaslar, alan hakimiyeti, aktif yaşam süresi, polimati (çok yönlülük), güç ve enerji, IQ, etkinin süresi, üretkenlik, temel amaca ulaşma, evren- sel vizyon, özgünlük ve akademik yetkinliktir. Bu kıstaslara bakıp düşün- düğümüzde, günümüzden yaklaşık 500 yıl önce yaşamış olan Leonardo’da da, bu özelliklerin kusursuz bir biçimde var olduğunu görüyoruz. Bu deha, 500 yıl önce insanoğlunun ulaşmış olduğu seviyenin çok çok üstünde sanat eserleri yaratmış, o zamana göre akıl almaz buluş ve tasarımlar yapmış, halen hayran kalınacak güzellikte mimari yapılar uygulamış, anatomi, jeofi- zik, hidrolik, botanik, havacılık konularını incelemiş ve bilim adına doymak bilmeyen çalışmalarda bulunmuştur. İşte bütün bu özelliklerin ve yetenek- lerin Leonardo’da bulunduğunu gösteren ve günümüze ulaşan en önemli kanıtlar onun her an yanında bulundurmuş olduğu eskiz defterleri ve gün- lükleridir.Leonardo, düzenli ve sistemli bir eğitim görmemiş olmasına karşın bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuş, sanatın yanı sıra yaşadığı döne- min çok çok ilerisinde bilimsel keşif ve araştırmalarda bulunmuştur.Bu keşif ve araştırmalarını sürekli yanında bulundurduğu defterlerine ve günlüklerine kaydetmiş ve resimlemiştir. Onun her saniye çalışan beyni, bir proje üzerinde çalışırken bile, yeni bir fikir üretebilmiştir (Leonardo Sendromu).Aklına yeni bir fikir geldiğinde, çalıştığı şeyi hemen bırakıp yeni düşüncesi üzerine çizimler ve notlar tutmuştur. Bu yüzden pek çok çalışması ve araş- tırmasını tamamlanmamış taslaklar halinde bırakmıştır. Bu şekilde, günü- müze yaklaşık 7000 sayfa çizim, taslak, eskiz ve kendi araştırmaları ile ilgili yazı kalmıştır. Bu belirlenmiş sayıya, İtalya Roma’da bulunan Vatikan’ın gizli arşiv ve kütüphanelerinde bulunan defterleri dahil mi, bunu bilemiyoruz.Öncelikle, Leonardo da Vinci’nin nasıl mükemmel bir deha ve ne kadar engin ve doğurgan bir zekaya sahip olduğunu biliyoruz. Fakat bu zekayı nasıl geliştirdiğini anlamak için, onun yaşam felsefesini anlamalıyız. Leonardo sürekli kendini geliştirmek için 7 adet yaşam prensibi elde etmiş ve hayatının son anına kadar bu prensipleri uygulayarak dehasını geliştir- miştir. Da Vinci’nin 7 yaşam prensibi şunlardır; CuriositaDa Vinci’nin ilk prensibidir. Buna göre, varolduğumuz yaşamda sonsuz bir merak ve öğrenme duygusuyla varolan tüm varlıklar araştırılmalı ve öğrenilmelidir. Merakımızı kaybetmeden, çözmek ve bilmek için her şeye soru sorarak öğrenmek. DimastrazioneDa Vinci’nin ikinci prensibidir. Bilgiyi ve öğrenme yolundaki sonuca ulaş- mayı, deneme yoluyla test ederek ve hatalardan ders alarak oluşturmak anlamına gelmektedir. Öğrenilen her bilgi, mutlaka denenerek test edilmeli ve doğruluğuna ondan sonra karar verilmelidir. Deneyerek öğrenilen bilgi, daha büyük bir erdem yaratır. SensazioneDa Vinci’nin üçüncü prensibidir. Duyguların, özellikle hayati deneyimler elde etmeyi sağlayan görme duyusunun devamlı olarak yenilenmesi ve kul…

Daha Fazla

“IŞIK VE RENK”

YAZARI: ÖZKAN EROĞLU “Işık ve Renk” isimli kitap, renk ve ışık kavramlarının sanat yapıtlarıyla olan ilişkisine odaklanıyor. Sanat yapıtlarının renk ve ışık ile olan ilişkisi sanat tarihini biçimlendiren yaratıcı sanat örnekleriyle anlatılıyor. Kitapta, sanat tarihi boyunca irdelenen ışık ve renk konusu, “Işıktan Renge” ve “Renkten Işığa” olmak üzere iki ana izlek üzerinden ele alınmıştır. Işık ve renk, sanatçıların ele alış biçimine göre sanatın temel noktasını oluşturan eğilimler olarak göze çarpar. Bu iki kavram taşıdığı önem ile derinlemesine bir kazı çalışması olarak ele alınmış, sanat uygulayıcısı kişiler için rehberlik görevi görmüştür. Bu sayede okurun, plastik filozofik bir çerçeve yakalaması sağlanmıştır. Sanat okurlarını, salt anlamsal ve sembolik olanın yolundan ayırıp sanat kavramlarıyla düşünen, sanatın kendisine eşlik edecek yaratıcı bir yolu seçen bireyler için bu çalışma, donanımlı olmayı sağlayan anahtarlar ile zengindir. Ayrıca, Türkiye’de eksikliği vurgulanan sanat bilimine sunduğu katkılara bir yenisini daha ekliyor. Özkan Eroğlu’nun bilinen tekrarlar yerine bir filozofinin parçası olarak sanat yapıtları, öz ve analojik gerçeklikler ortaya koyar. Renk ve Işık, sanatın aydınlık-karanlık ilişkisine dayandırılarak tinsel bir düşünme uzamının bir parçası olarak da kitap boyunca verilen ışık ve renk ilişkisinin felsefi anlamda yaratıcı zeminidir. Kitabın önsözünde yer alan metin bu durumu açıkça gösterir: “Hayâl Gücü”, “Esin” ve “Filozofik Sezgi” bilgisine sahip olacak kadar kendini geliştirebilen insan, yalnızca bir sanat eserinin gerçek anlamını görmezden kalmaz onu derinlemesine irdeleme iradesini de kendinde bulmuş olur. Bu anlamda görmenin ve gördüklerini düşünmenin gücü ortaya çıkar. Bu görme, görsel sanatlarda nasıl gerçekleşir? Işık ve renkle. Işık ve renk arasındaki sonsuz ilişkiyi belirleyense aydınlık-karanlık karşıtlığının sonsuz dereceleridir.” İçindekiler Bölüm 1 İlk Zamanlardan Giotto’ya Bölüm 2 Giotto’dan Maniyerizm’e Bölüm 3 Maniyerizm’den Monet’ye Bölüm 4 Monet’den Günümüze Eser Adı: “IŞIK VE RENK ” Eser Alt Başlığı : Yazar adı : Özkan Eroğlu Çevirmen Adı : Yayınevi : İZLEKLER YAYINLARI Orijinal adı : (çeviri bir eser ise) Orijinal dil: (çeviri bir eser ise) Dizi Adı: (Yayınevinde kitabın ait olduğu dizi) Türü : SANAT-SANAT TARİHİ- SANAT FELSEFESİ Katkıda Bulunanlar: KİTAP TASARIM : DODİ HALİLİ KAPAK UYGULAMA : ZEYNEP AKŞAHİN Cilt Bilgisi: KARTON KAPAK, AMERİKAN Kağıt Bilgisi: ENZO 80 GR. Basım Tarihi: Ocak 2023 Basım Bilgisi: (1. BASIM) Sayfa Sayısı: 80 Kitap Boyutları: 19,5×13,5 cm Kitap Ağırlığı : 100 gr ISBN No: 978-605-72836-0-3 Barkod No: 9786057283603 Çıkış tarihi : OCAK 2023

Daha Fazla

SANATTA YANLIŞ GİDİŞAT…

Özkan Eroğlu Görsel sanatlarda plastik filozofi, yani görsel sanatın form ve renk sözlüğüne sanat tarihi ve kuramsal gelişimi kapsamında hâkim olmak ve her ifade edeceğinizi bunlar üzerinden ileri sürmek. Bunu kuramcı da uygulamacı da olsanız gerçekleştirmek zorundasınız en baştan. Yoksa yaptıklarınız anlam kazanmaz, boşlukta salınır durur ve en sonunda da kaybolup gider. Bu durumu anlayacak olan da plastik filozofik bir göz, zihin ve ruhtur. Türkiye bu bileşkenin ifade ettiği insanları yetiştiremediği, bu konuda gerçekleri söyleyenleri de yok etmeye çalıştığı için (sadece sanatta değil, hemen her alanda), görsel sanatlarımızın hemen her dalında büyük bir karmaşa, sapla samanın birbirine karışması çok aşırı seviyededir ve sanat ortamımızı zehirli bir bulut gibi kaplamıştır adeta. Bu bulutun dağılmadığını 1993’ten bu yana görmeye devam ettiğim için, konuyu bir kere daha bu yazıyla gündeme taşımak istiyorum. “Üslup” (biçem), yani “stil” veya “tarz” olarak bilinen konunun derinliğinin farkında olunmaması sözünü ettiğim olumsuz durumun nedenlerinin en başında gelir. İlk paragrafta vurguladığım eksiklikten ötürü kuramcı da uygulamacı da bu sorunu bir türlü anlayamamaktadır. Oysa “Tikelde üslup zenginliği” ve de “tümelde üslup zenginliği” durumlarından biri, “yaratıcı sanatçı”nın en önemli yanını oluşturur. Her ikisinde de tekrara, maniere düşme, yani üsluplaştırmaya uğrama sorunu Türkiye’de çokça görülen büyük bir sıkıntıdır. “Tikelde üslup zenginliği” sanat eserlerindeki gizemli dönemsel geçişlerle, doğal ve değer arayan bir yapı ortaya koyar ve anlaması daha zordur “tümelde üslup zenginliği”ne göre. Birincisine örnek ülkemizden Abdurrahman Öztoprak, ikincisine ise dışarıdan Paul Klee dersek; bu konuda ne demek istediğim “göz” ve “bilgi”si olan tarafından hızlı bir şekilde anlaşılacaktır. Abdurrahman Öztoprak İki yaklaşımın dışındakiler, üsluplaştırma dediğim kaba ve yenilik içermeden, derinliksiz tekrar, amatörce ve temel eğitimdeki öğrenci çalışmalarına benzer bir gelişim gösterirler ve hemen fark edilirler. Bu olumsuz durum, bir tür çamurlaşma, kirlenme, aşırı dekoratif ve illüstarasyona düşme ve giderek uygulamacının sorunun farkında olmadığını dahası gözünün, zihninin ve ruhunun perdeli olduğunu hemen gösterir; tabi görebilene. Buna şöyle bir örnek vereyim; kolaj bir çalışmada boya ile kolaj malzemeyi doğru kullanmadığınızda, iş çamurlaşır, ya resme ya da grafik olana eğilim gösterir. Buradaki volümetrik olanı belirleyen şey yaratıcı boyut sahibi olandır ve bu da ne yazık ki bir kişide ya vardır ya da yoktur. Nitelikli sanat eleştirmenleri bunu hemen anlar. Ve en baştan kime değip değmeyeceğine karar verir. Sonuç olarak klişe bir sözcük olan “sanat”ı “yaratıcı sanat” boyutuna taşıyamadığınız sürece kendinizi eğlendirir durursunuz sadece. Türkiye’nin şu an kabaca %90-95’i bu durumdadır. Ülkemizde henüz olmayan sanat piyasası (ortamı) oluşacaksa, dile getirip vurguladığım temel sorunun ortadan kaldırılması, başta sanat eğitimi kurumlarının ciddi bir reforma gitmesi ve liyakatın bu kurumlara tam olarak yerleşmesine bağlıdır. Yoksa bugün olduğu gibi eleştirisiz Türkiye’de kendinizi kolayca sanatçı ilan edebilir, sergiler açar, tüm işlerinizi de pazarlayabilirsiniz, ancak en basitinden bir gün sonra aldıklarını geri verip, ödediğini geri almak isteyen alıcı muhatap bulamaz, durumun tam bir bataklığa saplanıp kaldığı anlaşılır… Bu ifade ettiklerimden dertliyseniz gidişatı değiştirmek için…

Daha Fazla

Ripley’in İtalya’da modern bir figür olarak gözlere iyi gelen hikayesi

Ripley, Steven Zaillian tarafından yaratılan, yazılan ve yönetilen, Patricia Highsmith’in 1955 tarihli suç romanı The Talented Mr. Ripley’e dayanan bir Amerikan neo-noir psikolojik gerilim mini dizisidir. Başrollerinde Tom Ripley rolünde Andrew Scott, Marge Sherwood rolünde Dakota Fanning ve Dickie Greenleaf rolünde Johnny Flynn’in yer aldığı sekiz bölümlük sınırlı dizi, Highsmith’in romanının bir diziye ilk uyarlamasıdır. Ripley başlangıçta Showtime’da yayınlanacaktı, ancak Şubat 2023’te dizi Netflix’e taşındı. Prömiyeri 4 Nisan 2024’te yapılan dizi, yazarlığı, yönetmenliği, yapım tasarımı, sinematografisi, müzikleri ve performanslarıyla, özellikle de Scott’ın canlandırdığı Tom Ripley karakteriyle eleştirmenlerden övgü aldı. 76. Primetime Emmy Ödülleri’nde, En İyi Sınırlı veya Antoloji Dizisi ve Scott ve Fanning’in oyunculukları da dahil olmak üzere 13 adaylık aldı.

Daha Fazla

MERHABA

Sanat ve kitap kendi özerk alanlarında kalarak hayatımızı dönüştüren, bir birey olarak insanın en karanlık yanlarından en aydınlık tutumlarına kadar onu gösteren bir özelliğe sahiptir. Bu tabi ilk ele alınan bir özellik olarak büyük harflerle sanat dediğimizde bizi ilk başta ele geçiren düşüncelerdir. Oysaki bir müze gezdiğimizde veya bir boşluğa düştüğümüzde gördüklerimizi anlamlandırmanın bir yoludur. Sanat, dünyanın formal düzenine felsefi bir bakışla yaklaşmanın göstergelerini verir. Bir sanat eserinden anlamak onun görsel duyu ile ilgili bir farkındalık, akıl yetisine hizmet eden kavramlar bütünü olarak görmek demektir. Daha sonra sanat eserinin formal yapısından hareket ederek  girdiğimiz ideolojik düşünceler sanat eserinin hikayesini mağara devirlerinden çağdaş sanata kadar yazmaya başlar. Bu 19. Yüzyılda sanatın büyük harflerle ayrı bir bilim dalı olarak tanınmasıyla rasyonel bir boyut kazanır. Daha doğrusu tarihin,eleştirinin, felsefenin, bilimselliğin birbirine karıştığı bir izlek oluşturmasına yardımcı olur. Sanatçının yaratıcı izleği sanatın bu farklı izlekleriyle yaşam bulur ve yaratıcı denilen dinsel alandan çıkıp seküler alana yönelmesinin ip uçlarını verir. Sanat yapıtı ve sanatçının adı geçmiş dönemlerde kültürel anlamda sanat olarak konulmasa da insanın tinselliğinin, deneyiminin, görsel imgelerinin kaydını tutmuştur..  Özünde kişinin varoluşunun peşinden giderek bulduğu gerçeklikler sanatın yön bulmasına yardımcıdır. Günümüzde geçmiş dönemlerde olduğu gibi bir sanat birikimi yok, o çok özlediğimiz pırıltılı sanat zamanları belki de bir daha geri gelmeyecek. Bu durumda bilinen anlamda sanatın yerine daha kaotik, daha farklı filozofilerin işler kılındığı bütünsel bir bakış gerekiyor. Sanatın kapılarından artık eski anahtarla giremeyiz. Sanatın ontolojik ifadeleriyle bütün zamanları kapsayan bir irade gücü gerekmekte, sanatın eylemsel ve deneyimsel yanıyla harekete devam etmeliyiz. Bu durumda tayin edici önce kişinin kendisi sonra çevresindekilerdir. İyi sanat ile iyi olmayanın ayrımını yapabilmek bugün sanat yapma edimlerini gerçekleştirirken doğru bir yol ayrımıdır. Bunun için sanatçılar sanat filozofisi ve sanat entelektüeli olmakla ilgili bir yolu yürümelidirler. Medayada gördüğümüz sığlık gittikçe kötüye iden durumun altında kaldığımızı gösteriyor. Aşırı bir güvensizik, eleştirel bir ortamın olmayıp bazı kurumlara bırakılan bir yük gibi sanat popüler kültürün anlam dünyasına terk edilmiştir. Yüzeysellikten arınıp bu karmaşanın içinde en azından eleştirel kalabilmeyi öğreten yorumlayıcı içeriklerle anda kalabilmeyi başarmak istiyoruz. Hayatın sanat ile olan sosyal retoriklerini çoğumuz biliyoruz. Bunların bizim gözümüzde yarattığı bir dünyanın yanılgı ve abartılarla dou olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Sanatın kurduğu dünyadan, yarattığı romantizme hayatı ele geçiren anlamlara kendimizi bırakmayı seviyoruz.  Yalnız çağrışımların dünyasından çıkıp kuşbakışı bir bakışla nesnel olanı görmek en çok birey olarak ihtiyacımızı karşılamaktadır. Sanatın alanında sanat yapıtının görüngülüer aleminin bize sunduğu filozofi söylendiği kadar kolay olmasa da bugünün içsel olarak boş dünyasında irademizi güçlü tutup tinsel olanı içeriye davet edecektir.   Your Attractive Heading

Daha Fazla