Çocuğun Gözleriyle Yaşama Bakmak – Özkan Eroğlu

Bu yazıyı Matisse 1953 yılında kaleme almıştır. Önemli bir kısmının çevirisini sunuyorum. Yaratma, sanatçının gerçek işlevidir; yaratımın olmadığı yerde sanat da yoktur. Ancak, bu yaratıcı gücü doğuştan gelen bir beceriye atfetmek bir hata olur. Sanatta, gerçek yaratıcı, sadece yetenekli bir varlık değil, faaliyetler bütününü belirli bir amaca göre düzenlemeyi başaran kişidir ki, sanat eseri de böyle bir sürecin sonucudur. Bu nedenle, sanatçı için yaratım, görme ile başlar. “Görme”nin, kendisi başlı başına yaratıcı bir eylemdir ve çaba gerektirir. Günlük hayatımızda gördüğümüz her şey, edindiğimiz alışkanlıklar tarafından az ya da çok bozulur ve bu durum, özellikle sinema afişleri ve dergilerin bize her gün sunduğu, zihindeki ön yargılarla aynı işlevi gören hazır imgelerin gözlerimize akın ettiği bir çağda daha da belirgin hale gelir. Şeyleri bozulmadan görebilmek için gereken çaba, cesarete çok benzer bir şey gerektirir; ve bu cesaret, sanatçı için vazgeçilmezdir. Sanatçı her şeye sanki onu ilk kez görüyormuş gibi görmede bulunmalıdır; yaşama bir çocukken görmede bulunduğu gibi görmelidir ve eğer bu yetiyi kaybederse, kendisini orijinal yani kişisel bir şekilde ifade edemez. Bir örnek vereyim. Gerçek bir ressam için bir gülü resmetmekten daha zor bir şey olmadığını düşünüyorum çünkü bunu yapabilmesi için, öncelikle bugüne kadar resmedilmiş tüm gülleri unutması gerekecektir. Venice’de beni ziyarete gelen insanlara, yol kenarındaki devedikenlerini fark edip etmediklerini sık sık sordum. Hiç kimse onları görmemişti; hepsi Korint sütun başlığındaki bir akantus yaprağını hemen tanıyabilirken, ancak bu başlıkların zihinlerindeki anısı kadar bir değere sahip değildi devedikenleri. Yaratımın ilk adımı her şeyi olduğu gibi görmekten geçer ve bu da sürekli bir çaba gerektirir. Yaratmak, içimizde ne varsa onu ifade etmektir. Her yaratıcı çaba içten gelir. Bunun için duygularımızı beslememiz gerekir ve bunu yalnızca etrafımızdaki dünyadan alınan malzemelerle yapabiliriz. Sanatçı, dış dünyayı içinde özümseyip yavaş yavaş kendisine mal edebildiğinde çizdiği nesne onun bir parçası haline gelir ve onu kendi yaratımı olarak resim yüzeyine yansıtabilir. Bir portre çizerken, sürekli eskizime geri dönerim ve böylece her seferinde yeni bir portre yaparım: Öncekini geliştirdiğim bir portre değildir bu. Tamamen farklı bir portreye yeniden başlarım ve adeta her seferinde aynı kişiden farklı bir varlık çıkarırım. Çalışmamı daha eksiksiz hale getirmek için çoğu zaman aynı kişinin farklı yaşlardaki fotoğraflarına başvurmuşumdur; son portre, o kişinin oturduğu zamanki halinden daha genç ya da farklı bir görünümde olabilir, çünkü bana en doğru gelen, oturan kişinin gerçek kişiliğini en çok açığa çıkaran o görünüm olmuştur. Böylece bir sanat eseri, uzun bir hazırlık sürecinin doruk noktasıdır. Sanatçı, çevresinden, içsel vizyonunu besleyebilecek her şeyi alır; bunu ya doğrudan çizdiği nesne kompozisyonunda yer alacaksa ya da dolaylı olarak, analoji aracılığıyla yapar. Bu şekilde, yaratma pozisyonuna kendini hazırlar. Sahip olduğu tüm formları içselleştirerek zenginleştirir ve bir gün bu formları yeni bir ritme sokar. Sanatçının eseri, bu ritmin ifadesinde gerçekten yaratıcı hale gelir. Bunu başarmak için ayrıntıları biriktirmek yerine elemek zorundadır. Örneğin, tüm olası kombinasyonlardan, çizime…

Daha Fazla

MERHABA

Sanat ve kitap kendi özerk alanlarında kalarak hayatımızı dönüştüren, bir birey olarak insanın en karanlık yanlarından en aydınlık tutumlarına kadar onu gösteren bir özelliğe sahiptir. Bu tabi ilk ele alınan bir özellik olarak büyük harflerle sanat dediğimizde bizi ilk başta ele geçiren düşüncelerdir. Oysaki bir müze gezdiğimizde veya bir boşluğa düştüğümüzde gördüklerimizi anlamlandırmanın bir yoludur. Sanat, dünyanın formal düzenine felsefi bir bakışla yaklaşmanın göstergelerini verir. Bir sanat eserinden anlamak onun görsel duyu ile ilgili bir farkındalık, akıl yetisine hizmet eden kavramlar bütünü olarak görmek demektir. Daha sonra sanat eserinin formal yapısından hareket ederek  girdiğimiz ideolojik düşünceler sanat eserinin hikayesini mağara devirlerinden çağdaş sanata kadar yazmaya başlar. Bu 18. Yüzyılda sanatın büyük harflerle ayrı bir bilim dalı olarak tanınmasıyla rasyonel bir boyut kazanır. Daha doğrusu tarihin,eleştirinin, felsefenin, bilimselliğin birbirine karıştığı bir izlek oluşturmasına yardımcı olur. Sanatçının yaratıcı izleği sanatın bu farklı izlekleriyle yaşam bulur ve yaratıcı denilen dinsel alandan çıkıp seküler alana yönelmesinin ip uçlarını verir. Sanat yapıtı ve sanatçının adı geçmiş dönemlerde kültürel anlamda sanat olarak konulmasa da insanın tinselliğinin, deneyiminin, görsel imgelerinin kaydını tutmuştur..  Özünde kişinin varoluşunun peşinden giderek bulduğu gerçeklikler sanatın yön bulmasına yardımcıdır. Günümüzde geçmiş dönemlerde olduğu gibi bir sanat birikimi yok, o çok özlediğimiz pırıltılı sanat zamanları belki de bir daha geri gelmeyecek. Bu durumda bilinen anlamda sanatın yerine daha kaotik, daha farklı filozofilerin işler kılındığı bütünsel bir bakış gerekiyor. Sanatın kapılarından artık eski anahtarla giremeyiz. Sanatın ontolojik ifadeleriyle bütün zamanları kapsayan bir irade gücü gerekmekte, sanatın eylemsel ve deneyimsel yanıyla harekete devam etmeliyiz. Bu durumda tayin edici önce kişinin kendisi sonra çevresindekilerdir. İyi sanat ile iyi olmayanın ayrımını yapabilmek bugün sanat yapma edimlerini gerçekleştirirken doğru bir yol ayrımıdır. Bunun için sanatçılar sanat filozofisi ve sanat entelektüeli olmakla ilgili bir yolu yürümelidirler. Medayada gördüğümüz sığlık gittikçe kötüye iden durumun altında kaldığımızı gösteriyor. Aşırı bir güvensizik, eleştirel bir ortamın olmayıp bazı kurumlara bırakılan bir yük gibi sanat popüler kültürün anlam dünyasına terk edilmiştir. Yüzeysellikten arınıp bu karmaşanın içinde en azından eleştirel kalabilmeyi öğreten yorumlayıcı içeriklerle anda kalabilmeyi başarmak istiyoruz. Hayatın sanat ile olan sosyal retoriklerini çoğumuz biliyoruz. Bunların bizim gözümüzde yarattığı bir dünyanın yanılgı ve abartılarla dou olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Sanatın kurduğu dünyadan, yarattığı romantizme hayatı ele geçiren anlamlara kendimizi bırakmayı seviyoruz.  Yalnız çağrışımların dünyasından çıkıp kuşbakışı bir bakışla nesnel olanı görmek en çok birey olarak ihtiyacımızı karşılamaktadır. Sanatın alanında sanat yapıtının görüngülüer aleminin bize sunduğu filozofi söylendiği kadar kolay olmasa da bugünün içsel olarak boş dünyasında irademizi güçlü tutup tinsel olanı içeriye davet edecektir. 

Daha Fazla

Sanatın Eylem Ve Eylemsizliği Üzerine Bir Sorgulama – Özkan Eroğlu 

Sanat,eylemsizliğe karşı bir eylem midirya daeyleme karşı bir eylemsizlik midir? Böyle bir soru sormuş sosyal medyada sevgili kardeşim Feramuz Piroğlu…Nitelikli ve bir o kadar da kapsamlı tek soruda iki soru. Önce birinci soruya dair düşüncelerimi paylaşayım: Sanat, birçok açıdan eylemsizliğe karşı bir eylem olarak görülebilir. Sanatın özünde yaratıcı bir süreç vardır ve bu süreç bir eylemi temsil eder. Sanatçı, bir şey yaratırken, sadece pasif bir gözlemci ya da eylemsiz bir birey değildir; aksine, aktif olarak dünyayı yorumlar, eleştirir, değiştirir ve ona yeni anlamlar katar. Sanat, toplumsal ya da bireysel sorunlara dikkat çekme, var olan duruma meydan okuma veya alternatif bir gerçeklik yaratma gücüne sahiptir. Sanatçı, eserleriyle toplumsal normlara, siyasete, kültürel değerlere ya da bireysel duygulara yönelik bir tepki gösterebilir. Bu tepkiler, eylemsizlik ya da sessizlik karşısında bir duruş sergileyerek, bir mesajın ya da ifadenin aktif bir eyleme dönüştüğü bir alan yaratır. Ancak sanat her zaman politik ya da toplumsal bir eylem olarak görülmek zorunda değildir. Bazen içsel bir keşif, kişisel bir ifade şekli de olabilir. Bu durumlarda bile, sanatçının yaratıcı süreci bir tür eylem olarak tanımlanabilir, çünkü bu süreçte yeni bir şey ortaya çıkarılır ve paylaşılır. Sanatın eylemsizlik karşısındaki rolünü daha derinlemesine incelemek, onun farklı boyutlarda nasıl bir eylem olduğunu anlamaya çalıştığımda aklıma ilkin şunlar gelmekte: 1.“Sanat ve Toplumsal Eylem”, ki bu “sanat ve toplumsal eleştiri” konusunu da beraberinde getirir. Ayrıca sanat ve devrim ilişkisini hem tarihsel, hem de güncel anlamda düşündürür. Sanatın kapsayıcı gücü konusuyla bağlantı kurmamızı yeniden sağlar. Yani Sanat, sadece eleştiri ya da protesto aracı olarak değil, aynı zamanda toplumu bir araya getiren, farkındalığı artıran bir güç olarak da işlev görür. Ayrıca devrim konusu gibi sanatın barış hareketleri konusuyla da ilişkisi vardır. Bu konuda düşünmek de bugünlere yardımcı olabilir. “Sanatın Kamusal Alanlarda Rolü” konusu üzerinde durmakta da büyük yarar vardır. “Sanat ve Bireysel Eylem”, sanat sadece toplumsal değil, bireysel düzeyde de bir eylem şeklidir. Sanatçının, içsel dünyasını dışa vurması, duygularını, düşüncelerini, deneyimlerini sanatsal bir formda ifade etmesi, eylemsizliğe karşı bir duruş olarak görülebilir. Bu bireysel yaratım süreci, bir tür kendini gerçekleştirme, keşfetme ve dünyaya katkıda bulunma durumudur. Bu noktada “Sanatın Kişisel Duygulara ve Deneyimlere Dayalı Olması”, yani sanatın sanatçının içsel dünyasının bir yansıması olması konusu da öne çıkar. 2.“Yaratım Süreci: İçsel Bir Keşif” de önemlidir. Yani sanatçılar, yaratım süreçlerinde kendi iç dünyalarını keşfederler. Bu süreç bir tür bireysel yolculuktur ve sanatçı, bu yolculuk sırasında kendisi hakkında yeni şeyler öğrenir. Sanat, bu anlamda bir tür içsel keşif, ruhsal derinliklere inme ve kendini anlama aracıdır. İlkin “Kendini İfade Etme: Bireysel Bir İsyan” konusu dikkat çeker. Yani, bireysel düzeyde sanat, sadece bir keşif aracı olmakla kalmaz, aynı zamanda bireyin dünyaya karşı duruşunu, isyanını ve tepkisini ifade etme şekli de olur. Sanat, bireyin içinde bulunduğu dünyaya, toplumun beklentilerine ya da normlarına karşı bir tepkidir. Bu anlamda sanat,…

Daha Fazla

Sanat Eleştirisi ve Sanat Tarihi

Benedetto Croce Çeviren: Fikret ElpeSanatçılar, sanat eleştirmenini genellikle gelişigüzel direktifler veren, yasaklarkoyan veya özgürlükler veren, böylece yapıtlarına keyfi hükümlerleyaklaşan yarar ya da zarar veren acımasız bir pedagog olarak görmüşlerdir.Bundan dolayı, içlerinden nefret duydukları halde, yine de eleştirmene, alçakgönüllülükle yaklaşır ya da yaltaklanırlar, istediklerini elde edemeyenlerve sahte incelikler göstermeyi onurlarına yediremeyenler ise, eleştirmeninyararsızlığına işarette bulunarak, ona karşı isyan eder, ona lanet okur veonunla eğlenirler. Hatta daha da ileri giderek eleştirmenleri (kişisel bir anı),testi, vazo atölyesine giren ve dört nallı ayaklarıyla en zarif sanat yapıtlarınıkırıp döken bir eşeğe bile benzetirler. Burada suç, gerçek eleştirinin ne olduğunubilmeyen ve ondan olmayacak yararlar bekleyen, veremeyeceği zarardankorkan sanatçılarındır. Hiçbir eleştirmen, sanatçı olmayan bir kimseyisanatçı yapamayacağı gibi, gerçekten sanatçı olan birini de sanatçılıktanalıkoyamaz. Onu parçalamak bir tarafa, zedelemeye de gücü yetmez. Bu,metafizik bakımdan olanaksızdır. Böyle bir olaya tarihte hiç rastlanmadığıgibi, bugün de rastlanamaz. Emin olunmalıdır ki, gelecekte de rastlanamayacaktır.Fakat bazen eleştirmenler veya eleştirmen geçinenler, kendilerinepedagog, terbiyeci, kahin, sanat önderi, kanun yapıcı ve peygamber süsüverir; sanatçılara şunu yapmalarını, bunu yapmamalarını emrederler. Onlarakonu göstererek, bazı konuların şairane olduğunu, diğerlerininse buözelliğe sahip olmadıklarını iddia ederler. Çağdaş sanattan memnun değildirler.Sanatın yalnızca, her hangi geçmiş bir çağdaki gibi olmasını isterler.Yakın veya uzak gelecekte yapılması muhtemel olanı, manevi ortama elatan gözleriyle de görmek iddiasında bulunurlar.Tasso’nun, neden bir Ariost, Leopardi’nin, neden bir Metastasio, Manzoni’ninneden bir Alfieri, Danunzio’nun bir Berchet ve Fra Jacopone olmadığınıbaşlarına kakarlar. Gelecekteki sanatı ahlak, felsefe, tarih, dil, metresistemi, renk bilimi ve mimarlığa ait kurallarla donatarak ve bunların kendigörüşlerine göre nasıl olmaları gerektiğini söyleyerek, onların şemalarınıkurmaya kalkışırlar. Hiç şüphesiz burada suç eleştirmenlerindir. Oysaböylesine yontulmamış bir ayıya, tıpkı, işe yarasın diye, terbiye etmek,ehlileştirilmeye çalışılan ve hiçbir şeye yaramayacağı anlaşılınca da atılanveya salhaneye gönderilen bir hayvana yapılan muamelenin aynısını yapmakgerekir.Eleştirinin onurunu korumak için, böylesine keyfi hareket eden eleştirmenin,eleştirmenden ziyade bir sanatçı olduğunu eklememiz gerekir. Evet, gerekne istediğini bilmeyen, isteği karşıtlıklarla dolu, gerek kendinde o gücübulamadığından, ulaşamadığı bir sanat şeklini şiddetle isteyen, başarılı olamamış bir sanatçı. Böyleleri, ideallerinin yerine getirilmemesindeki acıyıiçlerinde saklar, bundan başka bir şey konuşmaz, her yerde bunun eksikliğindensöz ederler. Fakat bunlar, bazen başarılı olamayanlar değil, bilakistalihin yüzlerine gülmüş olduğu sanatçılardır. Bunlar güçlü şahsiyetlerindendolayı kendilerinkine benzemeyen sanat şekillerini anlayamaz ve her şeyi,hem de hakaret ederek inkar etmeye yönelirler. Bundan dolayı, sanatçınınsanatçıya karşı kıskançlığı-odium figulinum- ortaya çıkar. Hiç şüphe yokturki kıskançlık bir kusurdur, öyle bir kusurdur ki, bu yüzden sanatçılar kendikendilerini lekelerler. Fakat, kadınların sevimliliklerinden ötürü kusurlarınakarşı ne yapıyorsak, onların da kusurlarına göz yummamız gerekir. Diğersanatçıların, bu sanatçı-eleştirmenlere, soğukkanlılıkla şu cevabı vermelerigerekir: Siz kendi sanatınıza devam edin, güzel şeyler meydana getirin vebizi de rahat bırakın ki elimizden geleni yapalım. Başarılı olamamış sanatçılarave rastgele eleştirmenlere de şunu söylemeleri gerekir: Yapamadığınızşeyleri, veya hiç birinizin keşfedemediği, geleceğin yapıtını bizden istemeyin.Genellikle böyle bir cevap verilemiyor, çünkü işin içine ihtiras karışıyor,fakat bununla beraber, verilebilecek en mantıklı cevap budur. Böyle cevapverilseydi, mesele ortadan…

Daha Fazla

Asimo Mona Lisa’yı Öldürdü Mü?

Vedat Hazen Günümüzde sanat ve sanat felsefesi tartışmalarının bir boyutu da, sanatın var oluşu ya da tükenişi üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Kimilerine göre sanat, işlevini yerine getirmiş, teknolojinin yaşamın her alanında kullanımının yoğunlaşması ile beraber ölmüş ya da ebediyete taşınmıştır. Kimilerine göre ise, sanat işlevini yitirmemiş, ağır darbeler almasına rağmen yaşamını -kabuk değiştirerek de olsa- devam ettirmektedir. Tüm bu tartışmalardaki ortak nokta, teknolojinin sanata önemli ölçüde zarar verdiğidir. Gerçekten de teknoloji sanata zarar vermiş midir? Eğer böyle bir zarar verdi ise, bu nasıl gerçekleşmiştir? Teknoloji ile sanat arasında nasıl bir ilişki vardır?Tüm bu sorulara cevap verebilmemiz için, öncelikle sanata, ne ve nasıl olduğu sorularını sormamız, bu sorulara yanıt aramamız gerekmektedir. Dilimizde kullandığımız sanat sözcüğü, Arapça sun sözcüğünden türemiştir.Araplar, ilkin bu deyimi, insansal gereksinmeleri karşılamak için yapılan veiş anlamına gelen sınaat (çoğulu sanayi) sözcüğü ile gündeme getirmişlerdir.Dilimizde, özdeksel gereksinmeleri karşılamak için el uzluğu ile yapılan iş anlamında kullanılan zanaat deyiminin, kaynağı da budur. Aslında sanat ve zanaat arasındaki bu önemli ayrımın üzerinde yoğunlaşmamızgerekecektir. Günümüz Avrupa kültürünün kökeni olarak gösterilen EskiYunan’da, sanat sözcüğü yerine, bugün teknik sözcüğüyle dile getirilen ve bir iş ortaya koyan davranış anlamına ulaşan tekhne sözcüğü kullanılmıştır.Sanat kavramının Arapça ya da Yunanca kökenlerine baktığımızda,tanımlardaki ortak noktanın, yapılan iş olarak nitelendirildiğini görüyoruz.Ancak bu tanılamanın, bazı karışıklıklara yol açtığı da apaçık ortada. EskiYunan’da tekhne kavramı, hem duvar, hem de heykel yapan kişi için kullanılmıştır.Bu iki iş arasında, en azından adlandırmada bir ayrım yapılmamış olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor. Yani heykeltıraşın duvarcı, duvarcını heykeltıraş olduğu kabulü söz konusu. Bu ayrımın yapılamamış olması, tekhne ve sanat sözcükleri arasında bir bütünlük kurulmasına nedenolmuştur. Ayrıca böyle bir ayrımın yapılamamış olmasının ortaya koyduğubir başka boyutu ise biçim, öz ve değer kavramlarının tanımlanamamış olmasında buluyoruz. İlkin Platon ile birlikte başlayan ayrıştırma, Aristoteles ile beraber bilimsel bir kategorize etme ve sınıflandırma çalışması ile netlik kazanmıştır. Felsefe tarihi içerisinde de ilk söylemler, Platon’un güzellik felsefesi ile karşımıza çıkmaktadır. Etkisini günümüzde dahi sürdüren Platon’cu anlayış, tekhne ve sanat sözcüklerinin taşıdığı kavramsal boyutlar arasındaki ilişkiyi zoraki olarak yakınlaştırmıştır. Platon için, içinde bulunduğumuz nesneler dünyası, idealar dünyasının bir gölgesinden, taklidinden ibarettir. Dolayısı ile konusu, nesneler dünyası olan sanat, mimetik bir hareket olup, taklidin taklit edilmesinden başka bir şey değildir. Platon için sanat epistemik bir meseledir.Sanat, gerçekle değil, görünenle ilgilenir. Bu da onu güvenilmez kılar. Aynen tekhne adı altında buluşan marangoz, duvarcı, demirci vb. gibi. Onlar da idealar dünyasının kopyası ile uğraşırlar, belki de bu nedenle, aralarındaki ayrıma yönelik bir çaba içine girmek de, Platon için yersizdir. Buna karşın; Aristoteles de sanatı bir mimesis olarak tanımlamış, anca Platon’dan farklı olarak, nesneler dünyası ve idealar dünyası ayrımı yapmamıştır. Yani sanat, nesneler dünyasını konu edinirken, gerçeğin kendisinitaklit etmiştir. Bu bakış açısı, sanat ve tekhne arasındaki bir ayrımın temellerini de ortaya koyar. Aristoteles bu ayrımın temellerini mimemis anlayışı ile değil…

Daha Fazla

Courbet’nin Realizm Anlayışı-Söylem ve Gerçek

Horst-Martin Herrmann Çeviren: Özlem Kalkan Erenus Courbet’nin sanatını ele almak, güzel sanatlar alanında bir yandan Romantizm’in motif ve anlatım araçlarının hâlâ göze çarptığı, öte yandan yeni bir motif meselesi ile ilgili olarak, üslupta sanatsal bir devrimin müjdelendiği,bir toplumsal devrim sürecinin varlığı üzerine düşünmeyi gerektirir.Sanatçının tüm bireyselliğiyle ifade bulan resimler, Romantizm içinde, duygu ve fantazi yüklü bir duygulanım dünyası oluşturur. Romantik sanatçının yaratıcı kişiliğini vurgulamasıyla birlikte ortaya çıkan zıt durum ise, oluşum koşullarını toplumsal düzlemde bulur. Neredeyse yalnızca maddi değerler doğrultusunda konumlanan, gelenek ve kültürden yoksun gibi görünen ve sanatsal meselelere karşı kayıtsız davranan, yükselen burjuvazi ile karşılaşırız. Sanatı reddeden bu tutum karşısında, toplumsal gerçeklerin farkında olan sanatçı kendi içine kapanır ve Romantizm’den bir yaşamsal hedef ve program (Hauser 1975, 209) oluşturarak, yaşamı sanata uydurmaya çalışır. Fransız resminde bir Delacroix’ya bakarak, Romantizm’in tepe noktasını görebiliriz. Motifleri genellikle tarihten alınmıştır, içeriksel anlamda hiçbir şekilde toplumsal realiteye dayanmaz ve gerçeklikten kaçınıyormuş gibi görünür. Formun mükemmelliği, içeriğin yerini almıştır: Amacınkendisi olarak sanat, sanat uğruna sanat, estetik bir ideolojinin ifadesi olarak sanat. Bu dönemin ardından sanat, gerçeklik ve toplumla ilintili bir tarihçeyi yeniden formüle etme olanağını buldu. Çünkü dayanak noktasınıtopluma dair gerçekliği merkez alarak oluşturan ve Courbet ile temsilcisine kavuşan Realizm, ancak toplum ve sanat üretimi arasındaki diyalektikten hareketle evrimleşebilirdi. Delacroix’nın realist olmayan alegorisi Halka Önderlik Eden Özgürlükün aksine, Fransız toplumunun içinde bulunduğu gerçek durumu gösteren birlik iradesi, Courbet’nin Sanatçının Atölyesi olarak da adlandırılan Gerçek Alegori(1) adlı resminde anlatılmıştır. Bu resim, sanat-kuramsal pozisyonları görselleştiren ve 17. yüzyılda Hollanda’da rağbet gören Atölye Resimleri kapsamında değerlendirilebilir. Courbet’nin Atölye Resmini içerdiği gerçeklik bağlamında anlayabilmek için, sanatını konumlandırdığı ortamı incelememiz gerekir. Courbet’nin çağı, insanların yaşam tarzını değiştiren ve onları yeni bir gerçekliğe uyumsağlamaya zorlayarak gelişen, endüstrileşme ile şekillenmişti. Duygu dünyasına dalan Romantizm, bu yeni toplumsal koşullara tepki göstermeye uygun dili bulamıyordu. Böylelikle Courbet, sanat ve topluma dair resmî görüşten uzaklaşarak, sıradan insanların sade yaşamlarının da sanatsal ifadede merkezleştiği, kendi karşıt görüşünü geliştirdi. Realizm kavramını takdim eden ve bu kavramı Paris’te 1848 Haziran Ayaklanması sırasında, tarihte ilk kez proletarya barikatlara tırmandığı zaman tanıtan kişi Courbet oldu (Held/Schneider 1998, 364). Courbet, arkadaşı Pierre Proudhon’un(2), bugün daha çok klasik anarşist düşünce modeli olarak tanımlayabileceğimiz, politik-ekonomik teorisine sıcak bakıyordu. Proudhon, daha 1840’ta yayımlanan Mülkiyet Nedir? adlı makalesinde, meşhur tezini öne sürerek, mülkiyeti hırsızlık olarak tanımlamıştı. Delacroix, Courbet’nin resimlerini gördüğünde, insanlık dışı gerçekliğin doğrudan anlatımından rahatsızlık duydu. Delacroix’nın algılama biçimini anlamaya çalışalım: Asıl rahatsız eden, anlatım metodu ya da benzetme düzeyi değildi; çünkü bu, geleneksel natüralist sanattı. Rahatsız eden daha çok, benzetme objesi olan, çiftçi ve işçilerin çirkinliğiydi (Hauser 1975,821). Romantize edilmiş İdealizmin aşağı görülmesi ile birlikte, topluma karşı gelişen protesto, ilk kez burada kendini gösteriyordu. Bir yandan da, Courbet’nin resimlerindeki natüralist tarz, toplumun içinde bulunduğu durumabağlı görüntüsünü tam anlamıyla temsil etmeye olanak sağlıyordu. Kendini söz konusu…

Daha Fazla

Bir Dehanın Günlükleri Üzerine

Leonardo Da Vinci Çağatay Odabaş ve gerçek şu ki, o çeşitliliği görmez ve aklında tutamazsan mükemmele erişemezsin. Kuşkusuz Leonardo Da Vinci’nin zekası ve araştırma yeteneği, onun insan- lık tarihinde yaşamış olan en büyük dehalardan biri olmasını sağlamıştır. Günümüzde yayınlanan Tony Buzan ve Raymond Keen’in yazmış oldukları Book Of Genius (Dehanın El Kitabı) isimli araştırma kitabında insanlık tari- hinde yaşamış olan dahileri sıralamak için 11 önemli kıstas tespit edilmiş. Bu kıstaslar, alan hakimiyeti, aktif yaşam süresi, polimati (çok yönlülük), güç ve enerji, IQ, etkinin süresi, üretkenlik, temel amaca ulaşma, evren- sel vizyon, özgünlük ve akademik yetkinliktir. Bu kıstaslara bakıp düşün- düğümüzde, günümüzden yaklaşık 500 yıl önce yaşamış olan Leonardo’da da, bu özelliklerin kusursuz bir biçimde var olduğunu görüyoruz. Bu deha, 500 yıl önce insanoğlunun ulaşmış olduğu seviyenin çok çok üstünde sanat eserleri yaratmış, o zamana göre akıl almaz buluş ve tasarımlar yapmış, halen hayran kalınacak güzellikte mimari yapılar uygulamış, anatomi, jeofi- zik, hidrolik, botanik, havacılık konularını incelemiş ve bilim adına doymak bilmeyen çalışmalarda bulunmuştur. İşte bütün bu özelliklerin ve yetenek- lerin Leonardo’da bulunduğunu gösteren ve günümüze ulaşan en önemli kanıtlar onun her an yanında bulundurmuş olduğu eskiz defterleri ve gün- lükleridir.Leonardo, düzenli ve sistemli bir eğitim görmemiş olmasına karşın bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuş, sanatın yanı sıra yaşadığı döne- min çok çok ilerisinde bilimsel keşif ve araştırmalarda bulunmuştur.Bu keşif ve araştırmalarını sürekli yanında bulundurduğu defterlerine ve günlüklerine kaydetmiş ve resimlemiştir. Onun her saniye çalışan beyni, bir proje üzerinde çalışırken bile, yeni bir fikir üretebilmiştir (Leonardo Sendromu).Aklına yeni bir fikir geldiğinde, çalıştığı şeyi hemen bırakıp yeni düşüncesi üzerine çizimler ve notlar tutmuştur. Bu yüzden pek çok çalışması ve araş- tırmasını tamamlanmamış taslaklar halinde bırakmıştır. Bu şekilde, günü- müze yaklaşık 7000 sayfa çizim, taslak, eskiz ve kendi araştırmaları ile ilgili yazı kalmıştır. Bu belirlenmiş sayıya, İtalya Roma’da bulunan Vatikan’ın gizli arşiv ve kütüphanelerinde bulunan defterleri dahil mi, bunu bilemiyoruz.Öncelikle, Leonardo da Vinci’nin nasıl mükemmel bir deha ve ne kadar engin ve doğurgan bir zekaya sahip olduğunu biliyoruz. Fakat bu zekayı nasıl geliştirdiğini anlamak için, onun yaşam felsefesini anlamalıyız. Leonardo sürekli kendini geliştirmek için 7 adet yaşam prensibi elde etmiş ve hayatının son anına kadar bu prensipleri uygulayarak dehasını geliştir- miştir. Da Vinci’nin 7 yaşam prensibi şunlardır; CuriositaDa Vinci’nin ilk prensibidir. Buna göre, varolduğumuz yaşamda sonsuz bir merak ve öğrenme duygusuyla varolan tüm varlıklar araştırılmalı ve öğrenilmelidir. Merakımızı kaybetmeden, çözmek ve bilmek için her şeye soru sorarak öğrenmek. DimastrazioneDa Vinci’nin ikinci prensibidir. Bilgiyi ve öğrenme yolundaki sonuca ulaş- mayı, deneme yoluyla test ederek ve hatalardan ders alarak oluşturmak anlamına gelmektedir. Öğrenilen her bilgi, mutlaka denenerek test edilmeli ve doğruluğuna ondan sonra karar verilmelidir. Deneyerek öğrenilen bilgi, daha büyük bir erdem yaratır. SensazioneDa Vinci’nin üçüncü prensibidir. Duyguların, özellikle hayati deneyimler elde etmeyi sağlayan görme duyusunun devamlı olarak yenilenmesi ve kul…

Daha Fazla

SANATTA YANLIŞ GİDİŞAT…

Özkan Eroğlu Görsel sanatlarda plastik filozofi, yani görsel sanatın form ve renk sözlüğüne sanat tarihi ve kuramsal gelişimi kapsamında hâkim olmak ve her ifade edeceğinizi bunlar üzerinden ileri sürmek. Bunu kuramcı da uygulamacı da olsanız gerçekleştirmek zorundasınız en baştan. Yoksa yaptıklarınız anlam kazanmaz, boşlukta salınır durur ve en sonunda da kaybolup gider. Bu durumu anlayacak olan da plastik filozofik bir göz, zihin ve ruhtur. Türkiye bu bileşkenin ifade ettiği insanları yetiştiremediği, bu konuda gerçekleri söyleyenleri de yok etmeye çalıştığı için (sadece sanatta değil, hemen her alanda), görsel sanatlarımızın hemen her dalında büyük bir karmaşa, sapla samanın birbirine karışması çok aşırı seviyededir ve sanat ortamımızı zehirli bir bulut gibi kaplamıştır adeta. Bu bulutun dağılmadığını 1993’ten bu yana görmeye devam ettiğim için, konuyu bir kere daha bu yazıyla gündeme taşımak istiyorum. “Üslup” (biçem), yani “stil” veya “tarz” olarak bilinen konunun derinliğinin farkında olunmaması sözünü ettiğim olumsuz durumun nedenlerinin en başında gelir. İlk paragrafta vurguladığım eksiklikten ötürü kuramcı da uygulamacı da bu sorunu bir türlü anlayamamaktadır. Oysa “Tikelde üslup zenginliği” ve de “tümelde üslup zenginliği” durumlarından biri, “yaratıcı sanatçı”nın en önemli yanını oluşturur. Her ikisinde de tekrara, maniere düşme, yani üsluplaştırmaya uğrama sorunu Türkiye’de çokça görülen büyük bir sıkıntıdır. “Tikelde üslup zenginliği” sanat eserlerindeki gizemli dönemsel geçişlerle, doğal ve değer arayan bir yapı ortaya koyar ve anlaması daha zordur “tümelde üslup zenginliği”ne göre. Birincisine örnek ülkemizden Abdurrahman Öztoprak, ikincisine ise dışarıdan Paul Klee dersek; bu konuda ne demek istediğim “göz” ve “bilgi”si olan tarafından hızlı bir şekilde anlaşılacaktır. Abdurrahman Öztoprak İki yaklaşımın dışındakiler, üsluplaştırma dediğim kaba ve yenilik içermeden, derinliksiz tekrar, amatörce ve temel eğitimdeki öğrenci çalışmalarına benzer bir gelişim gösterirler ve hemen fark edilirler. Bu olumsuz durum, bir tür çamurlaşma, kirlenme, aşırı dekoratif ve illüstarasyona düşme ve giderek uygulamacının sorunun farkında olmadığını dahası gözünün, zihninin ve ruhunun perdeli olduğunu hemen gösterir; tabi görebilene. Buna şöyle bir örnek vereyim; kolaj bir çalışmada boya ile kolaj malzemeyi doğru kullanmadığınızda, iş çamurlaşır, ya resme ya da grafik olana eğilim gösterir. Buradaki volümetrik olanı belirleyen şey yaratıcı boyut sahibi olandır ve bu da ne yazık ki bir kişide ya vardır ya da yoktur. Nitelikli sanat eleştirmenleri bunu hemen anlar. Ve en baştan kime değip değmeyeceğine karar verir. Sonuç olarak klişe bir sözcük olan “sanat”ı “yaratıcı sanat” boyutuna taşıyamadığınız sürece kendinizi eğlendirir durursunuz sadece. Türkiye’nin şu an kabaca %90-95’i bu durumdadır. Ülkemizde henüz olmayan sanat piyasası (ortamı) oluşacaksa, dile getirip vurguladığım temel sorunun ortadan kaldırılması, başta sanat eğitimi kurumlarının ciddi bir reforma gitmesi ve liyakatın bu kurumlara tam olarak yerleşmesine bağlıdır. Yoksa bugün olduğu gibi eleştirisiz Türkiye’de kendinizi kolayca sanatçı ilan edebilir, sergiler açar, tüm işlerinizi de pazarlayabilirsiniz, ancak en basitinden bir gün sonra aldıklarını geri verip, ödediğini geri almak isteyen alıcı muhatap bulamaz, durumun tam bir bataklığa saplanıp kaldığı anlaşılır… Bu ifade ettiklerimden dertliyseniz gidişatı değiştirmek için…

Daha Fazla

Ripley’in İtalya’da modern bir figür olarak gözlere iyi gelen hikayesi

Ripley, Steven Zaillian tarafından yaratılan, yazılan ve yönetilen, Patricia Highsmith’in 1955 tarihli suç romanı The Talented Mr. Ripley’e dayanan bir Amerikan neo-noir psikolojik gerilim mini dizisidir. Başrollerinde Tom Ripley rolünde Andrew Scott, Marge Sherwood rolünde Dakota Fanning ve Dickie Greenleaf rolünde Johnny Flynn’in yer aldığı sekiz bölümlük sınırlı dizi, Highsmith’in romanının bir diziye ilk uyarlamasıdır. Ripley başlangıçta Showtime’da yayınlanacaktı, ancak Şubat 2023’te dizi Netflix’e taşındı. Prömiyeri 4 Nisan 2024’te yapılan dizi, yazarlığı, yönetmenliği, yapım tasarımı, sinematografisi, müzikleri ve performanslarıyla, özellikle de Scott’ın canlandırdığı Tom Ripley karakteriyle eleştirmenlerden övgü aldı. 76. Primetime Emmy Ödülleri’nde, En İyi Sınırlı veya Antoloji Dizisi ve Scott ve Fanning’in oyunculukları da dahil olmak üzere 13 adaylık aldı.

Daha Fazla

MERHABA

Sanat ve kitap kendi özerk alanlarında kalarak hayatımızı dönüştüren, bir birey olarak insanın en karanlık yanlarından en aydınlık tutumlarına kadar onu gösteren bir özelliğe sahiptir. Bu tabi ilk ele alınan bir özellik olarak büyük harflerle sanat dediğimizde bizi ilk başta ele geçiren düşüncelerdir. Oysaki bir müze gezdiğimizde veya bir boşluğa düştüğümüzde gördüklerimizi anlamlandırmanın bir yoludur. Sanat, dünyanın formal düzenine felsefi bir bakışla yaklaşmanın göstergelerini verir. Bir sanat eserinden anlamak onun görsel duyu ile ilgili bir farkındalık, akıl yetisine hizmet eden kavramlar bütünü olarak görmek demektir. Daha sonra sanat eserinin formal yapısından hareket ederek  girdiğimiz ideolojik düşünceler sanat eserinin hikayesini mağara devirlerinden çağdaş sanata kadar yazmaya başlar. Bu 19. Yüzyılda sanatın büyük harflerle ayrı bir bilim dalı olarak tanınmasıyla rasyonel bir boyut kazanır. Daha doğrusu tarihin,eleştirinin, felsefenin, bilimselliğin birbirine karıştığı bir izlek oluşturmasına yardımcı olur. Sanatçının yaratıcı izleği sanatın bu farklı izlekleriyle yaşam bulur ve yaratıcı denilen dinsel alandan çıkıp seküler alana yönelmesinin ip uçlarını verir. Sanat yapıtı ve sanatçının adı geçmiş dönemlerde kültürel anlamda sanat olarak konulmasa da insanın tinselliğinin, deneyiminin, görsel imgelerinin kaydını tutmuştur..  Özünde kişinin varoluşunun peşinden giderek bulduğu gerçeklikler sanatın yön bulmasına yardımcıdır. Günümüzde geçmiş dönemlerde olduğu gibi bir sanat birikimi yok, o çok özlediğimiz pırıltılı sanat zamanları belki de bir daha geri gelmeyecek. Bu durumda bilinen anlamda sanatın yerine daha kaotik, daha farklı filozofilerin işler kılındığı bütünsel bir bakış gerekiyor. Sanatın kapılarından artık eski anahtarla giremeyiz. Sanatın ontolojik ifadeleriyle bütün zamanları kapsayan bir irade gücü gerekmekte, sanatın eylemsel ve deneyimsel yanıyla harekete devam etmeliyiz. Bu durumda tayin edici önce kişinin kendisi sonra çevresindekilerdir. İyi sanat ile iyi olmayanın ayrımını yapabilmek bugün sanat yapma edimlerini gerçekleştirirken doğru bir yol ayrımıdır. Bunun için sanatçılar sanat filozofisi ve sanat entelektüeli olmakla ilgili bir yolu yürümelidirler. Medayada gördüğümüz sığlık gittikçe kötüye iden durumun altında kaldığımızı gösteriyor. Aşırı bir güvensizik, eleştirel bir ortamın olmayıp bazı kurumlara bırakılan bir yük gibi sanat popüler kültürün anlam dünyasına terk edilmiştir. Yüzeysellikten arınıp bu karmaşanın içinde en azından eleştirel kalabilmeyi öğreten yorumlayıcı içeriklerle anda kalabilmeyi başarmak istiyoruz. Hayatın sanat ile olan sosyal retoriklerini çoğumuz biliyoruz. Bunların bizim gözümüzde yarattığı bir dünyanın yanılgı ve abartılarla dou olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Sanatın kurduğu dünyadan, yarattığı romantizme hayatı ele geçiren anlamlara kendimizi bırakmayı seviyoruz.  Yalnız çağrışımların dünyasından çıkıp kuşbakışı bir bakışla nesnel olanı görmek en çok birey olarak ihtiyacımızı karşılamaktadır. Sanatın alanında sanat yapıtının görüngülüer aleminin bize sunduğu filozofi söylendiği kadar kolay olmasa da bugünün içsel olarak boş dünyasında irademizi güçlü tutup tinsel olanı içeriye davet edecektir.   Your Attractive Heading

Daha Fazla