Çocuğun Gözleriyle Yaşama Bakmak – Özkan Eroğlu

Bu yazıyı Matisse 1953 yılında kaleme almıştır. Önemli bir kısmının çevirisini sunuyorum. Yaratma, sanatçının gerçek işlevidir; yaratımın olmadığı yerde sanat da yoktur. Ancak, bu yaratıcı gücü doğuştan gelen bir beceriye atfetmek bir hata olur. Sanatta, gerçek yaratıcı, sadece yetenekli bir varlık değil, faaliyetler bütününü belirli bir amaca göre düzenlemeyi başaran kişidir ki, sanat eseri de böyle bir sürecin sonucudur. Bu nedenle, sanatçı için yaratım, görme ile başlar. “Görme”nin, kendisi başlı başına yaratıcı bir eylemdir ve çaba gerektirir. Günlük hayatımızda gördüğümüz her şey, edindiğimiz alışkanlıklar tarafından az ya da çok bozulur ve bu durum, özellikle sinema afişleri ve dergilerin bize her gün sunduğu, zihindeki ön yargılarla aynı işlevi gören hazır imgelerin gözlerimize akın ettiği bir çağda daha da belirgin hale gelir. Şeyleri bozulmadan görebilmek için gereken çaba, cesarete çok benzer bir şey gerektirir; ve bu cesaret, sanatçı için vazgeçilmezdir. Sanatçı her şeye sanki onu ilk kez görüyormuş gibi görmede bulunmalıdır; yaşama bir çocukken görmede bulunduğu gibi görmelidir ve eğer bu yetiyi kaybederse, kendisini orijinal yani kişisel bir şekilde ifade edemez. Bir örnek vereyim. Gerçek bir ressam için bir gülü resmetmekten daha zor bir şey olmadığını düşünüyorum çünkü bunu yapabilmesi için, öncelikle bugüne kadar resmedilmiş tüm gülleri unutması gerekecektir. Venice’de beni ziyarete gelen insanlara, yol kenarındaki devedikenlerini fark edip etmediklerini sık sık sordum. Hiç kimse onları görmemişti; hepsi Korint sütun başlığındaki bir akantus yaprağını hemen tanıyabilirken, ancak bu başlıkların zihinlerindeki anısı kadar bir değere sahip değildi devedikenleri. Yaratımın ilk adımı her şeyi olduğu gibi görmekten geçer ve bu da sürekli bir çaba gerektirir. Yaratmak, içimizde ne varsa onu ifade etmektir. Her yaratıcı çaba içten gelir. Bunun için duygularımızı beslememiz gerekir ve bunu yalnızca etrafımızdaki dünyadan alınan malzemelerle yapabiliriz. Sanatçı, dış dünyayı içinde özümseyip yavaş yavaş kendisine mal edebildiğinde çizdiği nesne onun bir parçası haline gelir ve onu kendi yaratımı olarak resim yüzeyine yansıtabilir. Bir portre çizerken, sürekli eskizime geri dönerim ve böylece her seferinde yeni bir portre yaparım: Öncekini geliştirdiğim bir portre değildir bu. Tamamen farklı bir portreye yeniden başlarım ve adeta her seferinde aynı kişiden farklı bir varlık çıkarırım. Çalışmamı daha eksiksiz hale getirmek için çoğu zaman aynı kişinin farklı yaşlardaki fotoğraflarına başvurmuşumdur; son portre, o kişinin oturduğu zamanki halinden daha genç ya da farklı bir görünümde olabilir, çünkü bana en doğru gelen, oturan kişinin gerçek kişiliğini en çok açığa çıkaran o görünüm olmuştur. Böylece bir sanat eseri, uzun bir hazırlık sürecinin doruk noktasıdır. Sanatçı, çevresinden, içsel vizyonunu besleyebilecek her şeyi alır; bunu ya doğrudan çizdiği nesne kompozisyonunda yer alacaksa ya da dolaylı olarak, analoji aracılığıyla yapar. Bu şekilde, yaratma pozisyonuna kendini hazırlar. Sahip olduğu tüm formları içselleştirerek zenginleştirir ve bir gün bu formları yeni bir ritme sokar. Sanatçının eseri, bu ritmin ifadesinde gerçekten yaratıcı hale gelir. Bunu başarmak için ayrıntıları biriktirmek yerine elemek zorundadır. Örneğin, tüm olası kombinasyonlardan, çizime…

Daha Fazla

Sanatçılarla Görüşmeler

Özdemir Altan Özkan EroğluBurada soracağım sorularla Özdemir Altan’ın sanatını belirleyen tavırlarınmeydana getirdiği sözlüğün ne ve nasıl olduğunu ortaya sermeye çalışacağım.Böylece, bir izleyici olarak sanatçıyı anlamak isteyenlere de yardımcıolmaya gayret ettiğimi düşünüyorum. Öncelikle, onun sanatı ile ilgilikavram, terim, sanatçı isimler, vb.leri saptadım ve sordum. İşte aldığımcevaplar:Soru.: A-akademizm?Özdemir Altan.: Dünyada sanat ortamları yoğun olduğu için, akademiokumak kimi ülkelerde gereksiz bile. Fakat bizde müze ve doğru dürüstbir sanat ortamı olmadığı için, akademiler gerekli. Bugün bizdeki akademihocaları çok zayıf. Dünyadaki bütün akademiler, az çok tutucudur. Sanatındoğrusunu, ancak büyük veya iyi sanatçılar anlatabileceğine göre, dünyadakiakademilere de doğal olarak kuvvetli hoca bulmak zordur. O zamana-akademik kalmak çok daha iyi. Akademiler, avangard sanatçı hocalarvarsa olacaktır, yoksa hayır. Bir şey daha var, akademiden yetişen kimselergenel olarak tutucu oluyor. Büyük devrimler gerçekleştiremiyor. Dışarıdaolup, a-akademik çalışanlar ise daha bağımsız düşünebiliyorlar. Bu sefer deonlar sanatı bilmedikleri için yaptıkları sanat olmuyor. Türkiye’de de bununörnekleri var. Ben a-akademikleri içine alan sergiler bile yaptım. Sizin dedüşündüğünüz gibi, bundan dolayı benim onlarla ciddi bağlarımın olmasıgayet normal. Akademide sanatı öğretirler, fakat yaratıcılığı öldürürler.Dışarıdan geleninin ise yaratıcılığı öldürülmemiştir, fakat o da sanatı bilmez.S.: Andırım?Ö.A.: Bombardımanın Sakıncaları isimli çalışmamdaki bombalar neredengelmişti, biliyor musunuz? Akademide öğrencilere bir kolaj ödevi vermiştim.Gelecekte sanatçı olmaya hiç niyeti olmayan bir öğrenci bombalaryapıştırmıştı. Sen misin yapıştıran. Eve döner dönmez bomba kesip yapıştırmayabaşlamıştım. Kimin elinde kalırsa, sanat ondadır, kimse kusu125ra bakmasın! Böylece, sanatçının sanatında her şey görülebildiği gibi, birandırım da pekala malzemesi olabiliyor. Sanatçı kesinlikle referanslar verir.Geçmişteki büyüklerin hepsinin arkasında, açıkça etkilendiği kişileri degörebilirsiniz. Toprağı olmayan sanatçılarsa, zaten hemen kendilerini belliederler. S.: Anti-art?Ö.A.: Hepimizin büyük dedesi: Dada. Onun bulgusu olan bu kavramsa olağanüstü.Belki de, Dada’nın bir şımarık torunu da benim.S.: Arkaizm?Ö.A.: Toprak altından çıkan neden mutlaka güzel? Geçen süre dolayısıylaözgünleşmeye başladığı için.S.: Avangardizm?Ö.A.: Bütün öğrencilerime ilk zamanlarımdan beri aşılamaya çalıştığım sanatölçütü ve eğitimimin temelinde var olan kavram. Sanatımda hep izleriolan bu kavramı, tek hedefim olarak düşünüyorum.S.: AyrılıkçılıkÖ.A.: Kişisel ya da toplu olarak sanat hareketleri var. Bunun bir bölümütepkilerden kaynaklanıyor. Bu geçmişe karşı duyulan değişme ihtiyacıdır.Gerçek sanatçıların içinde var olan bir iç dürtüdür bu. Bununla yeniden düşünülürve yaratılır. Almanlar, Rönesans’ta çok büyüktü. Bir sanat hareketiçok büyükse onu aşmak zordur. 19. yüzyıla kadar bir duraklama dönemigeçirdiler. Rönesans’ta melankolik olan Almanlar, 19. yüzyılda romantikoldular. Bu yüzden Almanlarda bir Fransız hayranlığı doğmuştu. 19. yüzyılsonundan itibaren inanılmaz boyutlardaki değişimin Alman sanatındakinedeni budur. Ayrılıkçı olmak, gelişme, özenme ve “neden onun gibideğilim?”i içinde barındırır. Bende de değişme dürtüsü besbelli ki yapısal.Hocamın bana avangardlık şansını hiç vermediği bilindiğine göre, ayrılıkçıolmamın yapımdan kaynaklandığını belirtebiliriz. Ayrılıkçılık bir tepkiyi barındırdığındanve ben de tepkisel bir insan olduğumdan, söz konusu kavramlaçok birleştiğimi düşünmekteyim.S.: Boyut?Ö.A.: Eğer espas, tuvalin boşluğa yerleşme eylemi ise veya üç boyutlu birçalışmada bizzat kendiliğinden oluşuyorsa, boyut da bunun araçlarındanbiridir. Her anlamıyla boyutu kullanıyoruz ki, espası gerçekleştiriyoruz.S.: Deneysellik?Ö.A.: Bende deneme, tıpkı şaka yapmaya benzetilebilir. Geriye bakıp düşündüğümde,çok kişili denemelerimin…

Daha Fazla

MERHABA

Sanat ve kitap kendi özerk alanlarında kalarak hayatımızı dönüştüren, bir birey olarak insanın en karanlık yanlarından en aydınlık tutumlarına kadar onu gösteren bir özelliğe sahiptir. Bu tabi ilk ele alınan bir özellik olarak büyük harflerle sanat dediğimizde bizi ilk başta ele geçiren düşüncelerdir. Oysaki bir müze gezdiğimizde veya bir boşluğa düştüğümüzde gördüklerimizi anlamlandırmanın bir yoludur. Sanat, dünyanın formal düzenine felsefi bir bakışla yaklaşmanın göstergelerini verir. Bir sanat eserinden anlamak onun görsel duyu ile ilgili bir farkındalık, akıl yetisine hizmet eden kavramlar bütünü olarak görmek demektir. Daha sonra sanat eserinin formal yapısından hareket ederek  girdiğimiz ideolojik düşünceler sanat eserinin hikayesini mağara devirlerinden çağdaş sanata kadar yazmaya başlar. Bu 18. Yüzyılda sanatın büyük harflerle ayrı bir bilim dalı olarak tanınmasıyla rasyonel bir boyut kazanır. Daha doğrusu tarihin,eleştirinin, felsefenin, bilimselliğin birbirine karıştığı bir izlek oluşturmasına yardımcı olur. Sanatçının yaratıcı izleği sanatın bu farklı izlekleriyle yaşam bulur ve yaratıcı denilen dinsel alandan çıkıp seküler alana yönelmesinin ip uçlarını verir. Sanat yapıtı ve sanatçının adı geçmiş dönemlerde kültürel anlamda sanat olarak konulmasa da insanın tinselliğinin, deneyiminin, görsel imgelerinin kaydını tutmuştur..  Özünde kişinin varoluşunun peşinden giderek bulduğu gerçeklikler sanatın yön bulmasına yardımcıdır. Günümüzde geçmiş dönemlerde olduğu gibi bir sanat birikimi yok, o çok özlediğimiz pırıltılı sanat zamanları belki de bir daha geri gelmeyecek. Bu durumda bilinen anlamda sanatın yerine daha kaotik, daha farklı filozofilerin işler kılındığı bütünsel bir bakış gerekiyor. Sanatın kapılarından artık eski anahtarla giremeyiz. Sanatın ontolojik ifadeleriyle bütün zamanları kapsayan bir irade gücü gerekmekte, sanatın eylemsel ve deneyimsel yanıyla harekete devam etmeliyiz. Bu durumda tayin edici önce kişinin kendisi sonra çevresindekilerdir. İyi sanat ile iyi olmayanın ayrımını yapabilmek bugün sanat yapma edimlerini gerçekleştirirken doğru bir yol ayrımıdır. Bunun için sanatçılar sanat filozofisi ve sanat entelektüeli olmakla ilgili bir yolu yürümelidirler. Medayada gördüğümüz sığlık gittikçe kötüye iden durumun altında kaldığımızı gösteriyor. Aşırı bir güvensizik, eleştirel bir ortamın olmayıp bazı kurumlara bırakılan bir yük gibi sanat popüler kültürün anlam dünyasına terk edilmiştir. Yüzeysellikten arınıp bu karmaşanın içinde en azından eleştirel kalabilmeyi öğreten yorumlayıcı içeriklerle anda kalabilmeyi başarmak istiyoruz. Hayatın sanat ile olan sosyal retoriklerini çoğumuz biliyoruz. Bunların bizim gözümüzde yarattığı bir dünyanın yanılgı ve abartılarla dou olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Sanatın kurduğu dünyadan, yarattığı romantizme hayatı ele geçiren anlamlara kendimizi bırakmayı seviyoruz.  Yalnız çağrışımların dünyasından çıkıp kuşbakışı bir bakışla nesnel olanı görmek en çok birey olarak ihtiyacımızı karşılamaktadır. Sanatın alanında sanat yapıtının görüngülüer aleminin bize sunduğu filozofi söylendiği kadar kolay olmasa da bugünün içsel olarak boş dünyasında irademizi güçlü tutup tinsel olanı içeriye davet edecektir. 

Daha Fazla

Sanatın Eylem Ve Eylemsizliği Üzerine Bir Sorgulama – Özkan Eroğlu 

Sanat,eylemsizliğe karşı bir eylem midirya daeyleme karşı bir eylemsizlik midir? Böyle bir soru sormuş sosyal medyada sevgili kardeşim Feramuz Piroğlu…Nitelikli ve bir o kadar da kapsamlı tek soruda iki soru. Önce birinci soruya dair düşüncelerimi paylaşayım: Sanat, birçok açıdan eylemsizliğe karşı bir eylem olarak görülebilir. Sanatın özünde yaratıcı bir süreç vardır ve bu süreç bir eylemi temsil eder. Sanatçı, bir şey yaratırken, sadece pasif bir gözlemci ya da eylemsiz bir birey değildir; aksine, aktif olarak dünyayı yorumlar, eleştirir, değiştirir ve ona yeni anlamlar katar. Sanat, toplumsal ya da bireysel sorunlara dikkat çekme, var olan duruma meydan okuma veya alternatif bir gerçeklik yaratma gücüne sahiptir. Sanatçı, eserleriyle toplumsal normlara, siyasete, kültürel değerlere ya da bireysel duygulara yönelik bir tepki gösterebilir. Bu tepkiler, eylemsizlik ya da sessizlik karşısında bir duruş sergileyerek, bir mesajın ya da ifadenin aktif bir eyleme dönüştüğü bir alan yaratır. Ancak sanat her zaman politik ya da toplumsal bir eylem olarak görülmek zorunda değildir. Bazen içsel bir keşif, kişisel bir ifade şekli de olabilir. Bu durumlarda bile, sanatçının yaratıcı süreci bir tür eylem olarak tanımlanabilir, çünkü bu süreçte yeni bir şey ortaya çıkarılır ve paylaşılır. Sanatın eylemsizlik karşısındaki rolünü daha derinlemesine incelemek, onun farklı boyutlarda nasıl bir eylem olduğunu anlamaya çalıştığımda aklıma ilkin şunlar gelmekte: 1.“Sanat ve Toplumsal Eylem”, ki bu “sanat ve toplumsal eleştiri” konusunu da beraberinde getirir. Ayrıca sanat ve devrim ilişkisini hem tarihsel, hem de güncel anlamda düşündürür. Sanatın kapsayıcı gücü konusuyla bağlantı kurmamızı yeniden sağlar. Yani Sanat, sadece eleştiri ya da protesto aracı olarak değil, aynı zamanda toplumu bir araya getiren, farkındalığı artıran bir güç olarak da işlev görür. Ayrıca devrim konusu gibi sanatın barış hareketleri konusuyla da ilişkisi vardır. Bu konuda düşünmek de bugünlere yardımcı olabilir. “Sanatın Kamusal Alanlarda Rolü” konusu üzerinde durmakta da büyük yarar vardır. “Sanat ve Bireysel Eylem”, sanat sadece toplumsal değil, bireysel düzeyde de bir eylem şeklidir. Sanatçının, içsel dünyasını dışa vurması, duygularını, düşüncelerini, deneyimlerini sanatsal bir formda ifade etmesi, eylemsizliğe karşı bir duruş olarak görülebilir. Bu bireysel yaratım süreci, bir tür kendini gerçekleştirme, keşfetme ve dünyaya katkıda bulunma durumudur. Bu noktada “Sanatın Kişisel Duygulara ve Deneyimlere Dayalı Olması”, yani sanatın sanatçının içsel dünyasının bir yansıması olması konusu da öne çıkar. 2.“Yaratım Süreci: İçsel Bir Keşif” de önemlidir. Yani sanatçılar, yaratım süreçlerinde kendi iç dünyalarını keşfederler. Bu süreç bir tür bireysel yolculuktur ve sanatçı, bu yolculuk sırasında kendisi hakkında yeni şeyler öğrenir. Sanat, bu anlamda bir tür içsel keşif, ruhsal derinliklere inme ve kendini anlama aracıdır. İlkin “Kendini İfade Etme: Bireysel Bir İsyan” konusu dikkat çeker. Yani, bireysel düzeyde sanat, sadece bir keşif aracı olmakla kalmaz, aynı zamanda bireyin dünyaya karşı duruşunu, isyanını ve tepkisini ifade etme şekli de olur. Sanat, bireyin içinde bulunduğu dünyaya, toplumun beklentilerine ya da normlarına karşı bir tepkidir. Bu anlamda sanat,…

Daha Fazla

Sanat Eleştirisi ve Sanat Tarihi

Benedetto Croce Çeviren: Fikret ElpeSanatçılar, sanat eleştirmenini genellikle gelişigüzel direktifler veren, yasaklarkoyan veya özgürlükler veren, böylece yapıtlarına keyfi hükümlerleyaklaşan yarar ya da zarar veren acımasız bir pedagog olarak görmüşlerdir.Bundan dolayı, içlerinden nefret duydukları halde, yine de eleştirmene, alçakgönüllülükle yaklaşır ya da yaltaklanırlar, istediklerini elde edemeyenlerve sahte incelikler göstermeyi onurlarına yediremeyenler ise, eleştirmeninyararsızlığına işarette bulunarak, ona karşı isyan eder, ona lanet okur veonunla eğlenirler. Hatta daha da ileri giderek eleştirmenleri (kişisel bir anı),testi, vazo atölyesine giren ve dört nallı ayaklarıyla en zarif sanat yapıtlarınıkırıp döken bir eşeğe bile benzetirler. Burada suç, gerçek eleştirinin ne olduğunubilmeyen ve ondan olmayacak yararlar bekleyen, veremeyeceği zarardankorkan sanatçılarındır. Hiçbir eleştirmen, sanatçı olmayan bir kimseyisanatçı yapamayacağı gibi, gerçekten sanatçı olan birini de sanatçılıktanalıkoyamaz. Onu parçalamak bir tarafa, zedelemeye de gücü yetmez. Bu,metafizik bakımdan olanaksızdır. Böyle bir olaya tarihte hiç rastlanmadığıgibi, bugün de rastlanamaz. Emin olunmalıdır ki, gelecekte de rastlanamayacaktır.Fakat bazen eleştirmenler veya eleştirmen geçinenler, kendilerinepedagog, terbiyeci, kahin, sanat önderi, kanun yapıcı ve peygamber süsüverir; sanatçılara şunu yapmalarını, bunu yapmamalarını emrederler. Onlarakonu göstererek, bazı konuların şairane olduğunu, diğerlerininse buözelliğe sahip olmadıklarını iddia ederler. Çağdaş sanattan memnun değildirler.Sanatın yalnızca, her hangi geçmiş bir çağdaki gibi olmasını isterler.Yakın veya uzak gelecekte yapılması muhtemel olanı, manevi ortama elatan gözleriyle de görmek iddiasında bulunurlar.Tasso’nun, neden bir Ariost, Leopardi’nin, neden bir Metastasio, Manzoni’ninneden bir Alfieri, Danunzio’nun bir Berchet ve Fra Jacopone olmadığınıbaşlarına kakarlar. Gelecekteki sanatı ahlak, felsefe, tarih, dil, metresistemi, renk bilimi ve mimarlığa ait kurallarla donatarak ve bunların kendigörüşlerine göre nasıl olmaları gerektiğini söyleyerek, onların şemalarınıkurmaya kalkışırlar. Hiç şüphesiz burada suç eleştirmenlerindir. Oysaböylesine yontulmamış bir ayıya, tıpkı, işe yarasın diye, terbiye etmek,ehlileştirilmeye çalışılan ve hiçbir şeye yaramayacağı anlaşılınca da atılanveya salhaneye gönderilen bir hayvana yapılan muamelenin aynısını yapmakgerekir.Eleştirinin onurunu korumak için, böylesine keyfi hareket eden eleştirmenin,eleştirmenden ziyade bir sanatçı olduğunu eklememiz gerekir. Evet, gerekne istediğini bilmeyen, isteği karşıtlıklarla dolu, gerek kendinde o gücübulamadığından, ulaşamadığı bir sanat şeklini şiddetle isteyen, başarılı olamamış bir sanatçı. Böyleleri, ideallerinin yerine getirilmemesindeki acıyıiçlerinde saklar, bundan başka bir şey konuşmaz, her yerde bunun eksikliğindensöz ederler. Fakat bunlar, bazen başarılı olamayanlar değil, bilakistalihin yüzlerine gülmüş olduğu sanatçılardır. Bunlar güçlü şahsiyetlerindendolayı kendilerinkine benzemeyen sanat şekillerini anlayamaz ve her şeyi,hem de hakaret ederek inkar etmeye yönelirler. Bundan dolayı, sanatçınınsanatçıya karşı kıskançlığı-odium figulinum- ortaya çıkar. Hiç şüphe yokturki kıskançlık bir kusurdur, öyle bir kusurdur ki, bu yüzden sanatçılar kendikendilerini lekelerler. Fakat, kadınların sevimliliklerinden ötürü kusurlarınakarşı ne yapıyorsak, onların da kusurlarına göz yummamız gerekir. Diğersanatçıların, bu sanatçı-eleştirmenlere, soğukkanlılıkla şu cevabı vermelerigerekir: Siz kendi sanatınıza devam edin, güzel şeyler meydana getirin vebizi de rahat bırakın ki elimizden geleni yapalım. Başarılı olamamış sanatçılarave rastgele eleştirmenlere de şunu söylemeleri gerekir: Yapamadığınızşeyleri, veya hiç birinizin keşfedemediği, geleceğin yapıtını bizden istemeyin.Genellikle böyle bir cevap verilemiyor, çünkü işin içine ihtiras karışıyor,fakat bununla beraber, verilebilecek en mantıklı cevap budur. Böyle cevapverilseydi, mesele ortadan…

Daha Fazla

Avni Lifij

Modern Sanatın Yaratıcı ilk kökü Doğa, içine aldığı varlıklarla sonlu bir döngünün, sonsuz karşılıklarını yaratmasından dolayı yüceyi tarif etmek de hem dünyevi, hem de öte dünyayı tanımlamaktadır. Doğanın içinde insan, sonlu bir varlık olarak geçici ve yok olmaya yazgılı oluşuyla doğar. Buna rağmen canlılar, doğanın içindeki bu örgütlenişe cevap vermek için düşüncenin kapılarını zorlamakta ve kendine orada bir yaşam tasarlamaktadır. Bu yaratıcı yaşam, tinin bir görüntüsü olarak kendini göstermektedir. Yaratıcı yaşamın, yaratıcı güçten kaynaklanması ise doğa-tanrı, tanrı-doğa ilişkisindeki derin felsefeyi çağrıştırır. Bu soyut düşünce denizinden geçebilen kişiler, tine yaklaşmakta ve orada döngüyü devam ettirmektedir. Doğanın döngüsünden, kendi fiziki yapısının döngüsüne geçişte, doğadan kaynaklı bu duyumları görebilenler, kendi yapay hayatlarında doğanınkine benzer bir ritmi aramaya çalışırlar. Doğadaki yüce, hayatı da anlamlandıran ve ören bir dışsallık yaratmıştır.İnsan dinsel hakikatleri akıl ile yorumlamaya ve aklıda özgürleştirmeye başladıktan sonra tüm felsefi ve sanatsal kavramlar yerine oturmaya başlamıştır. Aklın, sanat yapıtlarının yaratıcı güçten doğan yapılarının yaratıcılık içermesi meselesini tine bağlamıştır. Sanat tini sayesinde yapıtların soyut evreninden kaynaklı fiziki keşifler aklın tinden kaynaklı göstergeleridir. Sanatçının tinsel olanla kurduğu manevi boyutu, onun seçimlerini ve yaratıcılığını biçimlendiren bir varsıllık sunar.  İnsanın doğadaki yönelimi, ilkel insandan bu yana deneyimle gerçekleşir. Duyularımızla hareket ettiğimizde bir deneyimin içine savrulmuş olup bu duyusal deneyimin, içsel olanla ilgili karar mekanizmalarıyla kendi benimizi oluştururuz. Sanat yapıtlarının deneyimsel oluşu sanatçının, kendi benliğiyle gerçekleştirdiği deneyleridir. Çağrışımların sanatçıyı götürdüğü bir iç denizde ortaya çıkan sanatçının kendi doğasıdır. Bu itkiyle hareket ederek yaratıcı güce yakınlaşır ve ilişikte olduğu gerçeklikle ilgili başladığı yolculuğunu tamamlar. Bu sanat yapıtı, sanatçının içsel doğasından hareketli bir benlik sunumudur. Yapıtın yaratıcı bir özelliğe kavuşması sanat tinine olan yakınlığı ile beraber sanat yapıtının sanat bilgisi ile sınandığında elde ettiği sonuçlarıda kapsar. Uygarlık düşüncesi, insanla anlam bulurken, insanın bu hareketin içindeki ahlaki ve tinsel durumları, zihninin bir yansıması olan dünyanın düşünülmesi fikrine bizi götürmektedir. Bu zihinsellik, kültürel ve sanatsal birikim içinde temsil edilmeden önce bilgiye ve deneyime dayalı olgularla bir arada sanat öncesi uzamda bir tasarımı canlandırır. İnsanın var oluşundan beri onunla olan iradesi ve arzuları sayesinde bu tasarım, sonunda inşacı ve romantik görüleriyle yüzleşmeye bizi götürür. Sanat yapıtı, oluşmadan öncesinde geçirdiği süreçlerin izlerini taşıyarak uzam içinde biçimlenmeye devam eder. Her hangi bir doğal oluşumdan, yapıt yapısına doğru gelişen evrilme, aklın ilkeleriyle kendine bir imgelem zinciri kurar ve doğal olandan insani olana doğru gidişte bir dönüşüme sahne olur. Doğayla olan insanın macerası, aklın üstünlüğünü yanına alarak başlamıştır. Biz bu soyutluktan somutluğa evrildiği yer olan sanat yapıtları üzerinden hareket etmeye çalışacağız. Yalnız temelde o hareket noktasına gelme, nedenimizin de neye dayandığını göstermesi açısından uygarlık tarihi ve sanat tarihi bilgileri aydınlatıcı bir kaynak olarak her zaman yanımızda olmalıdır. Felsefe, daima yararlanılacak bir kaynak olarak geçmişin tüm birikimine yaklaşmayı gösteren bir yöntem önermektedir. Doğanın bilgisini, yaratıcı gücün yansımasında gören kişinin, tek bir…

Daha Fazla

Görsel Sanatların Kuramsal Gelişimi

YAZARI: ÖZKAN EROĞLU “Görsel Sanatların Kuramsal Gelişimi” isimli kitapuygulamadan kurama, kuramdan da uygulamaya yönelen filozof, sanat filozofu, sanatçı, vb tarafından ele alınmış sanatın tarihine yön veren başlık ve metinlere yer veriyor. Özkan Eroğlu’nun sanat tarihi ve sanat felsefesi konusundaki uzun süreli sürdürdüğü çalışmalarının vardığı en ileri aşama olarak kitap, yazarın Plastik Filozofi kuramını tamamlayan, zamanın zihni bağlamında bir yapının uygulamadan kurama dile getirilmesidir. Kuram ve uygulama açısından ele alınan metinlerin zenginliği, zamanın ötesinde, yaratıcı sanatın oluşmasına neden olan düşünceler sunar. Sanat tarihsel çizginin kuram boyutuyla, kapsamlı bir şekilde ele alındığı ve sanat filozofik göz ile okuyucuya aktarılan kitap, Türkiye’de bir ilk çalışma olma özelliğine sahip olmasıyla önem taşıyor.   Geçmişte Türkiye’de sanat tarihi çalışmalarına bilimsel ve idealist katkılarıyla yön veren sanat tarihçi ve eleştirmenlerin görüşlerine de yer verilen kitapta, geçmişin büyük bir birikimini içine almasıyla ve okuyucuya öznel bir çalışma alanı işaret etmesiyle arkasından gelecek çalışmalara da kaynaklık edeceği düşünülebilir. Kitap, parçadan bütüne sanatın tarih boyunca tanık olduğu estetik gelişimi ve aynı zamanda sanatın görünenin ötesindeki anlam boyutunun somuttan, soyuta doğru nasıl bir felsefe ile evrildiğini eserler ve olgular temelinde izlemektedir. “Sanat Entelektüeli” ve “Sanatta Göz” özelliklerinin kişide kendine yer bulması için geçmesi gereken  Rönesans, Barok, Romantizm gibi olgu ve olaylara anlatımcı bir yaklaşım yerine, kuramsal ve sanatı dönüştüren boyutuyla yer verilmektedir. Doğulu olmalarıyla bizden bir kültürü sanat kuramsal anlamda inşa eden Mimar Sinan, Mehmet Siyahkalem, Matrakçı Nasuh, Nakkaş Osman, Levni gibi sanatçıları, yaratıcı sanatçı parantezinde derinlemesine irdeleyerek evrensel sanat sahnesine taşıyan metinler, kitabın ayırıcı taraflarından birini oluşturmaktadır. Sanatın tarihindeki kurama dönük tüm zihinsel çabaların ve dışavurumun bir toplamı olarak Görsel Sanatların Kuramsal Gelişimi, tek tek incelendiğinde her noktasında okuyucuya bir bakış sunmayı hedefleyen yapısıyla derin düşüncenin kapısını aralamaktadır. Özkan Eroğlu’nun yıllardır değindiği ve tezlerini analojik bağlantılar ve tarihsel gerekçeleriyle birlikte sunduğu gibi ülkemizdeki sanat gelişimi kuramsal ve uygulama boyutundaki eksiklerden dolayı gelişememektedir. Türkçeye bir ilk olarak kazandırılan bu kapsamlı kitap, bu durumu tersine çevirmeye dönük bir çaba içinde olmanın yanı sıra sanat yapıtlarının arasında kendi izini bulmak isteyen okurlar için de sonsuz faydalar sağlayabilecek tüm zamanlara seslenen zamansız bir yapıt…  

Daha Fazla

Asimo Mona Lisa’yı Öldürdü Mü?

Vedat Hazen Günümüzde sanat ve sanat felsefesi tartışmalarının bir boyutu da, sanatın var oluşu ya da tükenişi üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Kimilerine göre sanat, işlevini yerine getirmiş, teknolojinin yaşamın her alanında kullanımının yoğunlaşması ile beraber ölmüş ya da ebediyete taşınmıştır. Kimilerine göre ise, sanat işlevini yitirmemiş, ağır darbeler almasına rağmen yaşamını -kabuk değiştirerek de olsa- devam ettirmektedir. Tüm bu tartışmalardaki ortak nokta, teknolojinin sanata önemli ölçüde zarar verdiğidir. Gerçekten de teknoloji sanata zarar vermiş midir? Eğer böyle bir zarar verdi ise, bu nasıl gerçekleşmiştir? Teknoloji ile sanat arasında nasıl bir ilişki vardır?Tüm bu sorulara cevap verebilmemiz için, öncelikle sanata, ne ve nasıl olduğu sorularını sormamız, bu sorulara yanıt aramamız gerekmektedir. Dilimizde kullandığımız sanat sözcüğü, Arapça sun sözcüğünden türemiştir.Araplar, ilkin bu deyimi, insansal gereksinmeleri karşılamak için yapılan veiş anlamına gelen sınaat (çoğulu sanayi) sözcüğü ile gündeme getirmişlerdir.Dilimizde, özdeksel gereksinmeleri karşılamak için el uzluğu ile yapılan iş anlamında kullanılan zanaat deyiminin, kaynağı da budur. Aslında sanat ve zanaat arasındaki bu önemli ayrımın üzerinde yoğunlaşmamızgerekecektir. Günümüz Avrupa kültürünün kökeni olarak gösterilen EskiYunan’da, sanat sözcüğü yerine, bugün teknik sözcüğüyle dile getirilen ve bir iş ortaya koyan davranış anlamına ulaşan tekhne sözcüğü kullanılmıştır.Sanat kavramının Arapça ya da Yunanca kökenlerine baktığımızda,tanımlardaki ortak noktanın, yapılan iş olarak nitelendirildiğini görüyoruz.Ancak bu tanılamanın, bazı karışıklıklara yol açtığı da apaçık ortada. EskiYunan’da tekhne kavramı, hem duvar, hem de heykel yapan kişi için kullanılmıştır.Bu iki iş arasında, en azından adlandırmada bir ayrım yapılmamış olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor. Yani heykeltıraşın duvarcı, duvarcını heykeltıraş olduğu kabulü söz konusu. Bu ayrımın yapılamamış olması, tekhne ve sanat sözcükleri arasında bir bütünlük kurulmasına nedenolmuştur. Ayrıca böyle bir ayrımın yapılamamış olmasının ortaya koyduğubir başka boyutu ise biçim, öz ve değer kavramlarının tanımlanamamış olmasında buluyoruz. İlkin Platon ile birlikte başlayan ayrıştırma, Aristoteles ile beraber bilimsel bir kategorize etme ve sınıflandırma çalışması ile netlik kazanmıştır. Felsefe tarihi içerisinde de ilk söylemler, Platon’un güzellik felsefesi ile karşımıza çıkmaktadır. Etkisini günümüzde dahi sürdüren Platon’cu anlayış, tekhne ve sanat sözcüklerinin taşıdığı kavramsal boyutlar arasındaki ilişkiyi zoraki olarak yakınlaştırmıştır. Platon için, içinde bulunduğumuz nesneler dünyası, idealar dünyasının bir gölgesinden, taklidinden ibarettir. Dolayısı ile konusu, nesneler dünyası olan sanat, mimetik bir hareket olup, taklidin taklit edilmesinden başka bir şey değildir. Platon için sanat epistemik bir meseledir.Sanat, gerçekle değil, görünenle ilgilenir. Bu da onu güvenilmez kılar. Aynen tekhne adı altında buluşan marangoz, duvarcı, demirci vb. gibi. Onlar da idealar dünyasının kopyası ile uğraşırlar, belki de bu nedenle, aralarındaki ayrıma yönelik bir çaba içine girmek de, Platon için yersizdir. Buna karşın; Aristoteles de sanatı bir mimesis olarak tanımlamış, anca Platon’dan farklı olarak, nesneler dünyası ve idealar dünyası ayrımı yapmamıştır. Yani sanat, nesneler dünyasını konu edinirken, gerçeğin kendisinitaklit etmiştir. Bu bakış açısı, sanat ve tekhne arasındaki bir ayrımın temellerini de ortaya koyar. Aristoteles bu ayrımın temellerini mimemis anlayışı ile değil…

Daha Fazla

Courbet’nin Realizm Anlayışı-Söylem ve Gerçek

Horst-Martin Herrmann Çeviren: Özlem Kalkan Erenus Courbet’nin sanatını ele almak, güzel sanatlar alanında bir yandan Romantizm’in motif ve anlatım araçlarının hâlâ göze çarptığı, öte yandan yeni bir motif meselesi ile ilgili olarak, üslupta sanatsal bir devrimin müjdelendiği,bir toplumsal devrim sürecinin varlığı üzerine düşünmeyi gerektirir.Sanatçının tüm bireyselliğiyle ifade bulan resimler, Romantizm içinde, duygu ve fantazi yüklü bir duygulanım dünyası oluşturur. Romantik sanatçının yaratıcı kişiliğini vurgulamasıyla birlikte ortaya çıkan zıt durum ise, oluşum koşullarını toplumsal düzlemde bulur. Neredeyse yalnızca maddi değerler doğrultusunda konumlanan, gelenek ve kültürden yoksun gibi görünen ve sanatsal meselelere karşı kayıtsız davranan, yükselen burjuvazi ile karşılaşırız. Sanatı reddeden bu tutum karşısında, toplumsal gerçeklerin farkında olan sanatçı kendi içine kapanır ve Romantizm’den bir yaşamsal hedef ve program (Hauser 1975, 209) oluşturarak, yaşamı sanata uydurmaya çalışır. Fransız resminde bir Delacroix’ya bakarak, Romantizm’in tepe noktasını görebiliriz. Motifleri genellikle tarihten alınmıştır, içeriksel anlamda hiçbir şekilde toplumsal realiteye dayanmaz ve gerçeklikten kaçınıyormuş gibi görünür. Formun mükemmelliği, içeriğin yerini almıştır: Amacınkendisi olarak sanat, sanat uğruna sanat, estetik bir ideolojinin ifadesi olarak sanat. Bu dönemin ardından sanat, gerçeklik ve toplumla ilintili bir tarihçeyi yeniden formüle etme olanağını buldu. Çünkü dayanak noktasınıtopluma dair gerçekliği merkez alarak oluşturan ve Courbet ile temsilcisine kavuşan Realizm, ancak toplum ve sanat üretimi arasındaki diyalektikten hareketle evrimleşebilirdi. Delacroix’nın realist olmayan alegorisi Halka Önderlik Eden Özgürlükün aksine, Fransız toplumunun içinde bulunduğu gerçek durumu gösteren birlik iradesi, Courbet’nin Sanatçının Atölyesi olarak da adlandırılan Gerçek Alegori(1) adlı resminde anlatılmıştır. Bu resim, sanat-kuramsal pozisyonları görselleştiren ve 17. yüzyılda Hollanda’da rağbet gören Atölye Resimleri kapsamında değerlendirilebilir. Courbet’nin Atölye Resmini içerdiği gerçeklik bağlamında anlayabilmek için, sanatını konumlandırdığı ortamı incelememiz gerekir. Courbet’nin çağı, insanların yaşam tarzını değiştiren ve onları yeni bir gerçekliğe uyumsağlamaya zorlayarak gelişen, endüstrileşme ile şekillenmişti. Duygu dünyasına dalan Romantizm, bu yeni toplumsal koşullara tepki göstermeye uygun dili bulamıyordu. Böylelikle Courbet, sanat ve topluma dair resmî görüşten uzaklaşarak, sıradan insanların sade yaşamlarının da sanatsal ifadede merkezleştiği, kendi karşıt görüşünü geliştirdi. Realizm kavramını takdim eden ve bu kavramı Paris’te 1848 Haziran Ayaklanması sırasında, tarihte ilk kez proletarya barikatlara tırmandığı zaman tanıtan kişi Courbet oldu (Held/Schneider 1998, 364). Courbet, arkadaşı Pierre Proudhon’un(2), bugün daha çok klasik anarşist düşünce modeli olarak tanımlayabileceğimiz, politik-ekonomik teorisine sıcak bakıyordu. Proudhon, daha 1840’ta yayımlanan Mülkiyet Nedir? adlı makalesinde, meşhur tezini öne sürerek, mülkiyeti hırsızlık olarak tanımlamıştı. Delacroix, Courbet’nin resimlerini gördüğünde, insanlık dışı gerçekliğin doğrudan anlatımından rahatsızlık duydu. Delacroix’nın algılama biçimini anlamaya çalışalım: Asıl rahatsız eden, anlatım metodu ya da benzetme düzeyi değildi; çünkü bu, geleneksel natüralist sanattı. Rahatsız eden daha çok, benzetme objesi olan, çiftçi ve işçilerin çirkinliğiydi (Hauser 1975,821). Romantize edilmiş İdealizmin aşağı görülmesi ile birlikte, topluma karşı gelişen protesto, ilk kez burada kendini gösteriyordu. Bir yandan da, Courbet’nin resimlerindeki natüralist tarz, toplumun içinde bulunduğu durumabağlı görüntüsünü tam anlamıyla temsil etmeye olanak sağlıyordu. Kendini söz konusu…

Daha Fazla

Bir Dehanın Günlükleri Üzerine

Leonardo Da Vinci Çağatay Odabaş ve gerçek şu ki, o çeşitliliği görmez ve aklında tutamazsan mükemmele erişemezsin. Kuşkusuz Leonardo Da Vinci’nin zekası ve araştırma yeteneği, onun insan- lık tarihinde yaşamış olan en büyük dehalardan biri olmasını sağlamıştır. Günümüzde yayınlanan Tony Buzan ve Raymond Keen’in yazmış oldukları Book Of Genius (Dehanın El Kitabı) isimli araştırma kitabında insanlık tari- hinde yaşamış olan dahileri sıralamak için 11 önemli kıstas tespit edilmiş. Bu kıstaslar, alan hakimiyeti, aktif yaşam süresi, polimati (çok yönlülük), güç ve enerji, IQ, etkinin süresi, üretkenlik, temel amaca ulaşma, evren- sel vizyon, özgünlük ve akademik yetkinliktir. Bu kıstaslara bakıp düşün- düğümüzde, günümüzden yaklaşık 500 yıl önce yaşamış olan Leonardo’da da, bu özelliklerin kusursuz bir biçimde var olduğunu görüyoruz. Bu deha, 500 yıl önce insanoğlunun ulaşmış olduğu seviyenin çok çok üstünde sanat eserleri yaratmış, o zamana göre akıl almaz buluş ve tasarımlar yapmış, halen hayran kalınacak güzellikte mimari yapılar uygulamış, anatomi, jeofi- zik, hidrolik, botanik, havacılık konularını incelemiş ve bilim adına doymak bilmeyen çalışmalarda bulunmuştur. İşte bütün bu özelliklerin ve yetenek- lerin Leonardo’da bulunduğunu gösteren ve günümüze ulaşan en önemli kanıtlar onun her an yanında bulundurmuş olduğu eskiz defterleri ve gün- lükleridir.Leonardo, düzenli ve sistemli bir eğitim görmemiş olmasına karşın bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuş, sanatın yanı sıra yaşadığı döne- min çok çok ilerisinde bilimsel keşif ve araştırmalarda bulunmuştur.Bu keşif ve araştırmalarını sürekli yanında bulundurduğu defterlerine ve günlüklerine kaydetmiş ve resimlemiştir. Onun her saniye çalışan beyni, bir proje üzerinde çalışırken bile, yeni bir fikir üretebilmiştir (Leonardo Sendromu).Aklına yeni bir fikir geldiğinde, çalıştığı şeyi hemen bırakıp yeni düşüncesi üzerine çizimler ve notlar tutmuştur. Bu yüzden pek çok çalışması ve araş- tırmasını tamamlanmamış taslaklar halinde bırakmıştır. Bu şekilde, günü- müze yaklaşık 7000 sayfa çizim, taslak, eskiz ve kendi araştırmaları ile ilgili yazı kalmıştır. Bu belirlenmiş sayıya, İtalya Roma’da bulunan Vatikan’ın gizli arşiv ve kütüphanelerinde bulunan defterleri dahil mi, bunu bilemiyoruz.Öncelikle, Leonardo da Vinci’nin nasıl mükemmel bir deha ve ne kadar engin ve doğurgan bir zekaya sahip olduğunu biliyoruz. Fakat bu zekayı nasıl geliştirdiğini anlamak için, onun yaşam felsefesini anlamalıyız. Leonardo sürekli kendini geliştirmek için 7 adet yaşam prensibi elde etmiş ve hayatının son anına kadar bu prensipleri uygulayarak dehasını geliştir- miştir. Da Vinci’nin 7 yaşam prensibi şunlardır; CuriositaDa Vinci’nin ilk prensibidir. Buna göre, varolduğumuz yaşamda sonsuz bir merak ve öğrenme duygusuyla varolan tüm varlıklar araştırılmalı ve öğrenilmelidir. Merakımızı kaybetmeden, çözmek ve bilmek için her şeye soru sorarak öğrenmek. DimastrazioneDa Vinci’nin ikinci prensibidir. Bilgiyi ve öğrenme yolundaki sonuca ulaş- mayı, deneme yoluyla test ederek ve hatalardan ders alarak oluşturmak anlamına gelmektedir. Öğrenilen her bilgi, mutlaka denenerek test edilmeli ve doğruluğuna ondan sonra karar verilmelidir. Deneyerek öğrenilen bilgi, daha büyük bir erdem yaratır. SensazioneDa Vinci’nin üçüncü prensibidir. Duyguların, özellikle hayati deneyimler elde etmeyi sağlayan görme duyusunun devamlı olarak yenilenmesi ve kul…

Daha Fazla