Sistine’deki Mahşer Günü
Roma’da, Papa’nın Michelangelo’ya Sistine şapelinin duvarlarına “Mahşer Günü”nü yapmasını söylediği zaman, bu teklifi duymayan kalmamıştı. Tam o sırada, işe hiç umulmadık biri daha karıştı. Bu kişi, Avrupa hükümdarlarının ve sanatçılarının sevgisini kazanmış ünlü kişilik Pietro Aretino’ydu. Akıllı bir adamdı Aretino, fakat alaycı ve iğneleyiciydi. Büyük, küçük tanımaz, herkese tepeden bakardı. Küstahlıkla çevresine öyle bir çatardı ki, kimse onu ayıplayamaz ve kızamazdı. Ahlaksız kitaplar yayınlar, bunlardan sıkılınca da mektup yazardı. Bu mektupları, krallara, papalara, soylu kişilere gönderir ve bu iftira dolu yazılar elden ele dolaşırdı. Bu kişiyi durdurabilmek ya da olumlu şeyler yazdırabilmek için tek çare para idi. İşte böylece zevk ve ihtiras sahibi Aretino, rahat rahat başkalarının sırtından geçinebilmekteydi. Herkesin bir sanatla uğraştığı Rönesans çağında, edepsiz bir edebiyata sahip, şantaj gibi de çirkin eylemin iyi bir uygulayıcısıydı Aretino. Ondan, papa kadar çekinilirdi. Çünkü sahip olduğu çirkin yetenekler, insanı aforoz ettirecek kadar kuvvetliydi. Michelangelo, bir servet sahibi olmadığından, Pietro Aretino’nun dikkatini çekmemişti. Michelangelo, öylesine sinirli ve huysuz bir insandı ki, istenileni, önceden asla kabul etmezdi. Silik yaşamı, kimseye kendinden söz etmeyişi ve ciddi tavırları dedikoduya da yol açmazdı. Fakat sanatçı, kendine destek veren birkaç varlıklı insanla dost olunca, şantajcı Aretino’nun da ilgi alanına girmiş oldu. Aretino resimden ve heykelden anladığı için, Michelangelo’dan ne isteyeceğini iyi biliyordu. “Mahşer Günü”, Pietro Aretino gibi bir adamı muhakkak ki ilgilendirmezdi, fakat Michelangelo günün birinde Aretino’dan şöyle bir mektup aldı:“Dünyanın sonunu resimlerken, daha önce kubbeye yaptıklarınızı aşmak isteği içinde olduğunuzu hissediyorum. Böyle bir konuyu resmetmeye kim cesaret edebilir? İnsan topluluklarının, arasında göze ilişebilecek bir dinsize bile ancak siz anlam yükleyebilirsiniz. Resimde, yaşayanların yüzünde dehşet görüyorum: Zamanı görüyor, korkudan titriyor ve sonu geldiği için çıplak bir kayaya oturuyor. Meleklerin borazan sesinden çarpan kalplerini duyarken, «Yaşam ile Ölümü» görüyorum. Dehşet ve utanç duyarak biri ölüleri kaldırtmaktan, öteki de yaşayanları yıkmaktan yorgun. Ümit ile ümitsizliği görüyorum; iyi grupları ve kötü kalabalığı yönetmeye çalışıyorlar. Gökyüzünün saf ışıklarından kurtulan renklerle boyanmış çıplaklar tiyatrosunu görüyorum. Burada İsa, göz kamaştırıcı ve aynı zamanda dehşetle kuşanmış olarak milis meleklerinin üstünde oturuyor. Yüzünde şimşeklerin çaktığını görüyorum. Alevinin ise, sevinçli ve müthiş çakışıyla iyileri neşeye, kötüleri de korkuya boğmakta. Cehennem bekçilerini görüyorum, korkunç görünüşleriyle, eziyet çekenlerin ve azizlerin zaferini, Cesar’ların ve Alexandre’ların yüzüne fırlatıyorlar. Çünkü dünyayı yenmek ile kendini yenmek arasında çok fark vardır. Ünlülüğü görüyorum, taçları ve üstündekileri ile kendi arabası arasında yuvarlanmış. Nihayet tanrının oğlu ağzını açıyor, büyük kararı vermek üzere. Bunun iki şekilde çıktığını görüyorum, biri ahiret mutluluğunu, öteki de cehennem azabını bildiriyor. Bu karar yeryüzüne kadar iniyor ve çarpıyor. Cennet ışıklarını ve cehennem fırınlarını görüyorum. Havanın suratına çarpan karanlığı ikiye bölüyorlar. Ve bu mahşer gününden edindiğim düşünceyle: “eğer Michelangelo’nun eserini görenler, böylesine meraklanır ve titrerse, hepimizi yargılayacak olan tanrının karşısında nasıl bir korku ve titreme geçirecektir?” diye kendi kendime düşünüyorum.Mektup ustaca yazılmıştı. Aynı zamanda “Mahşer…
Daha Fazla