MAN RAY İLE BİR GÖRÜŞME (*)
“Sanat, fotoğraf değildir”
“Eserlerimi benden üstün seviyede olan ustaların yanında göstermem”
Neden fotoğrafçılığı seçtiniz?
Fotoğraf ile uğraşmadan çok daha önce ressamdım. Eserlerimin profesyonel fotoğrafçılar tarafından yapılan reprodüksiyonlarını beğenmediğim için bir gün bir fotoğraf makinesi satın aldım. Aynı zamanlarda ilk tüm renkli tabakalar ortaya çıkmıştı ve bu sayede renklerin değerlerini koruyarak siyah beyaz fotoğraflar çekebiliyordunuz. Mükemmel bir şekilde çalıştım ve bir kaç ay sonra reprodüksiyon konusunda uzman bir fotoğrafçı oldum! Beni en çok ilgilendirenler insanlardı, özellikle de yüzleri. İnsanların resimlerini yapmak yerine fotoğraflarını çekmeye başladım ve artık portre resimleri yapmak istemiyordum. Yahut bir portre resmi yaptıysam da benzerlik yaratmakla veya dramatik bir sonuç çıkarmaya çalışmakla ilgilenmiyordum. Sonunda fotoğraf ile resim arasında bir karşılaştırma olmayacağına karar verdim. Fotoğraflanamayacak olan hayal, rüya veya kurgusal şeylerin resimlerini yapıyordum. Resimlerini yapmak istemediğim; hali hazırda var olan şeyleri ise fotoğraflıyorum. Resim yapmaktan yoruldum; tıpkı aslında sıklıkla söylediğim gibi: “Bir yöntemin ustası olmak için ondan biraz da nefret etmelisiniz”. Bu, şu anlama geliyor: O yöntem için o denli uzman ve aynı zamanda kendinizden o kadar emin olmalısınız ki, o artık size eğlenceli veya ilgi çekici gelmemeli- yani bir bakıma bir angarya halini almalı. Bu yüzden fırça, tuval veya palet kullanmadan resim yapmaya başladım. Hava püskürtmeli boya tabancalarını (airbrush) kullandım. Tuvale dokunmadan bir resim yapmak muhteşem bir rahatlıktı. Hemen hemen üç boyutlu resim yapıyordum, çünkü eğer ince bir çizgi çekmek istersem boya tabancası ile yüzeye oldukça yakınlaşırken, eğer bir gölgeyi resmetmek istersem üçüncü bir boyuta ilerliyordum. O zamanlar bu harika bir şeydi; resme dair depresyonumu ortadan kaldırmıştı, çünkü özellikle soyut resim yaparken saldırılara maruz kalmıştım. Dolayısıyla bu başka bir yönteme dönüştü ve ne zaman benim merakımı tatmin etse veya ben onunla tatmin olsam bunu yapmayı keserdim ve belki de bir süreliğine resim yapmaya dönerdim. Lakin fotoğraf çekmeye; yani işlerimin reprodüksiyonlarını yapmaya veya ve stüdyoma gelen kişilerin portrelerini çekmeye devam ettim. Bir gün bununla geçimimi sürdürebileceğimi umut ettim. Bütün öğrenciler aynı klasik soruyu sorarlar: “Nasıl bu kadar başarılı ve ünlü oldunuz?” Binlerce öğrenci ile konuştum ve belki on binlercesi arasından bir tanesinin sıyrılacağını vurgularım hep ve bu da sadece zaman, azim ve belirli bir tutku veya saplantı gerektiriyor.
Sizin tutkunuz neydi? Saplatınız neydi? Bir şekilde oyun niteliğinin çok önemli bir yer tuttuğu görülüyor.
Evet, her şey oyundan ibaret. Dürtü? Neyin peşindeyim? Öncelikle özgürlük arayışı. Zamanımın ötesinde olduğumu söylediklerinde şöyle cevap verdim: “Hayır değilim, ben zamanımın içindeyim, sizler zamanın gerisindesiniz”.
Neyse, ben devam ettim. Birisinden diğerine zıpladım veya ikisiyle aynı anda uğraştım. Meşguldüm ve bu benim devam etmeme yetiyordu. Sonrasında Fransa’ya geldiğimde hemen bütün genç devrimci topluluklarla tanıştım, Dadaistler, vs. Beraberimde çalışmalarımdan bir kaç tanesini getirmiştim ve onlar bu işlerinde kendi temsil ettikleri şeylerle tamamen paralel olduklarını düşündüler. Dolayısıyla onlarla birlikte çalıştım, dergiler yayınladık ve sergiler düzenledik. Bütün bu hareketlere davet edilmiştim ama artık bunlar tarihin bir parçası oldular. Şimdi gençlere sesleniyorum: “Hepiniz 40 ya da 50 yıl geriye gidiyorsunuz. Neden kendinize ait yeni bir hareket yaratmıyorsunuz? Yapmanız gereken bunun için yeni bir başlık bulmak, geriye gitmek değil“. Tarihçi değilim, tarih derslerinde sınıf sonuncusuydum. Öğretmenim için bir utanç kaynağıydım. Oldukça kötü bir sonuç aldığım bir sınav sonrasında beni okulda tutmuştu: Bana bir soru listesi verdi; onlara bakıp cevaplarımı yazmamı istedi. Kendisini kurtarmak için beni dersten geçirdi.
Yaptığınız iş yüzünden kendinizi Amerika’da soyutlanmış hissetiniz mi?
Hemen hemen. Resim yapıp sergilemeye 1912 civarında başladım. İlk büyük gösterim 1915 yılında genç Amerikalı ressamlara adanmış Beşinci Cadde’deki bir galerideydi ama onlar benim hedeflediğim şeyleri bilemiyorlardı.
Galerinin ismi neydi?
Daniel’s. Daniel büyük bir salonu olan zengin bir adamdı ve oldukça fazla parası vardı ve şair olan bir arkadaşım onu bir sanat galerisi açmak için teşvik etti. Ona bunun ileride çok önemli olacağını bildirmişti. Bütün New York Okulu bunun içindeydi. Hepsi çok iyi insanlardı ama ben tamamıyla başka bir yoldaydım. Okuldan ayrılıp bunun üzerine düşünmeye başladığımda aslında yapmamamız gereken şeyleri yapmam gerektiğine karar verdim ve bu benim sloganım haline geldi.
1913’te Armory sergisine davet edilmiştim, lakin o zamanlarda gösterilebilecek derecede önemli olduğunu düşündüğüm bir şeyim yoktu ve Armory sergisini gördüğümde oraya hiç bir şey göndermediğime sevindim. Orada Picasso ve Picabia’nın bütün Kübist resimleri bulunuyordu. Muazzam Picabia resimleri, Duchamp’ın eserleri ve “Merdivenden İnen Çıplak” eserinin çıkardığı bütün tartışmalar… Duchamp’a bir gün “Tuvaline eğer “Merdivenden İnen Çıplak” ismini koymasaydın, o resim Picabia’nın eserleri gibi fark edilmeden geçilecekti”, demiştim. Dolayısıyla bu bana bir ipucu verdi ve eserlerime her zaman başlıklar koydum. Eseri açıklamıyorlar, lakin ona zihnin çalışmasını sağlayabilecek ve edebi olarak adlandırabileceğimiz bir unsur ekliyorlar. Bu herkes için geçerli değil ama, buna tepki vermesini beklediğim az sayıdaki kişi buna tepkilerini gösteriyorlar.
O zamanlarda eserlerinizi Alfred Stieglitz’e gösterdiniz mi?
Evet, tabi ki Stieglitz’in galerisine giderdim. Galerisi benim teknik ressam olarak geçimimi sürdürdüğüm yayımcılık evinden bir kaç blok ötedeydi. Ne zaman yeni bir sergisi olsa öğlen vakti galerisine giderdim. Bu çok ilginçti, çünkü bir sanat galerisi açmış olan harika bir fotoğrafçıydı. Galerisinde fotoğraf sergileri yerine modern sanat sergileri yapardı. 1912 civarında oraya gittiğimde Picasso’nun kolajlarından oluşan bir sergi vardı; bilirsiniz üzerine kömürle çizgiler çekilmiş bir kaç gazete parçası. Başka bir zaman ise bütün tuvalin boyanmadığı; sadece bir kaç renk dokunuşunun olduğu Cézanne’a ait suluboya sergisi vardı. Beyaz kısımlar resmin bir parçası gibi duruyordu; böylesine bir sanat algısıyla yapılmıştı. Birçok kez oraya gittim ve birbirimizi tanıdık. Bir kaç sefer konuştuk, lakin o zaman çok genç ve utangaçtım ve henüz umduğum kadar eserlerimle bir yere varamamıştım. Orada bir sergi yapmak için beni davet etti. Yeterli sayıda malzemem olduğu zaman yapacağım dedim, lakin asla yapmadım. O zamanlar fotoğrafa yeni yeni merak duyuyordum ve resimlerimin reprodüksiyonlarını yapmaktaydım. Stieglitz’in neden Brancusi heykelleri veya Rodin’in hızlı suluboya eserleri gibi soyut şeyler gösteren modern sanata bu kadar ilgi duyduğunu merak ediyordum. Şöyle düşündüm: Çünkü kendisi bir fotoğrafçı ve fotoğraf modern resim ile yarışamaz. Onunla bu konuyu o derecede konuşacak kadar derin bilgiye sahip değildim, lakin onun fotoğrafa hak ettiği değeri vermek istediğini hissediyordum. Diğer fotoğrafçılardan ayrılmıştı ve aykırı olma veya isyan fikri beni her zaman cezbetmiştir. Ben bir devrimciydim. Bu şekilde yapmamam gereken şeyleri yapmam konusunda giderek daha kararlı oldum. Paris’e gittiğimde resim yapmaya odaklanmamı söylediler. Stieglitz zengin bir kömür baronu olan ve sergide bir iki resmimi satın alan bir koleksiyonöre bana yardım etmesi için başvurmamı söylemişti. Bu şahıs çok iyi bir adamdı ve bana hemen bir çek verip neler yaptığımı görebilmek için gelecek yıl Paris’te olacağını söylemişti. Ona bazı resimlerimi sunmuştum. O ise “hayır, senin yeni eserlerini görmek ve onların arasından seçmek istiyorum”, demişti. Bir sonraki yıl gelip beni kendimi fotoğrafa kaptırmış halde gördüğünde bana “sen bir Amerikalısın. Amerika’ya geri dönmelisin. Paris’te kalmamalısın ve resim yapmaktan vazgeçmemelisin”, demişti. Ben de ona; “Vazgeçmiyorum, resim yapmak için bolca vaktim var. Fotoğraf için günde iki saat uğraşıyorum ve bu yeterli oluyor”, demiştim. Her ne kadar bazen karanlık odada günde on saat çalışmış olsam da zira ilk başladığımda optikler ve kimya beni büyülemişti ve her şeyi kendim yapıyordum. İnsanlar bana soruyorlar: “Hangi makineyi kullanıyorsunuz?” diye. Ben de “bir sanatçıya hangi boyaları ve fırçaları kullandığını soramazsınız. Bir yazara hangi daktiloyu kullandığını soramazsınız” şeklinde cevap veriyordum. Her halükarda bir bakıma fotoğraf makinesini bir yardım olarak görüyorum. Birçok ressam, özellikle günümüzdekiler başlangıçta bir fotoğraf makinesi kullanıyorlar. Warhol gibi veya bütün çıplak çizimlerini gizlice yapan Ingres gibi ki, kendisi çıplak figürlerini çizmek için birçok daguerreotip kullanıyordu. 19. yüzyılın bütün ressamları fotoğrafa karşıydı, zira onlar fotoğrafın kendi geçimlerini ellerinden alacağından korkuyorlardı. Ingres’a “fotoğraf için ne düşünüyorsunuz?” diye sorulduğunda o “bence harika– sadece bunun öyle olduğunu söylememelisiniz”, demişti.
Aileniz içinde bile devrimci olduğunuzu söylediniz. Ailenizin bir sanat geçmişi var mıydı?
Kesinlikle yoktu. Önemli olan benim resim yapma isteğimdi. Bu bir tutkuydu. Resim yapmak için deliriyordum. Bunu nereden aldığımı veya buna nasıl bulaştığımı da bilmiyorum. Bir hastalık gibi; alkol nasıl diğer insanları sarhoş ediyorsa, neftyağı ve yağ da beni sarhoş ediyor. Tabi ki bütün burjuva ailelerinde olduğu gibi bir ressam olma fikri kabul edilebilir değildi. Dolayısıyla sonunda evden uzaklaşmam gerekti. Kendime New Jersey’de ufak bir yer tuttum, teknik resim ofisindeki işime gittim ve geri döndüğümde de resme devam ettim. Sonunda işlerimi şehre haftada sadece üç kez gitmek üzere ayarladım. Haftanın diğer yarısı resim yapabilecektim. Para veya başka bir şey ile ilgilenmiyordum; sadece resim yapmak istiyordum.
Bu süre zarfında örneğin Photo Session Gallery’de fotoğraf hakkında neler döndüğüne dikkat edebildiniz mi?
Bütün her şeyi göremedim. Steichen’i doğal olarak biliyordum ki kendisi ilk başta bir ressamdı. Aslında dekoratif bir ressamdı. O da benim gibi günlük yaşamı yansıtan resimler yapmak istiyordu. Ben de günlük yaşamı yansıtan resimler yapacağımı ve Singer Sargent gibi güzel kadınların resmini yapacağımı düşünürdüm. Fotoğraf ile gerçekten ilgilenmiyordum; ben asla bir sanatçı değildim. Ben burada 30’lu yıllarda saldırıya uğradığımda edebiyatla ilgilenen arkadaşlarım aracılığıyla “Fotoğraf Sanat Değildir” isimli ufak bir kitap yayınladım. Tabi ki herkes fotoğrafın sanat olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu ve Stieglitz de bu doğrultuda çaba gösteriyordu. Bu onun bir güdüsüydü ve gördüğünüz üzere onlar hâlâ bu bakış açısındalar. O zamanlardan beri benim eski fotoğraflarım toplandı, dünyanın her yanında sergilendi. Avrupa’da madalyalar ve ödüller aldı. Bana soruyorlardı “pekâlâ, halen fotoğrafın bir sanat olmadığını mı düşünüyorsunuz?” Ben de onlara “sanatın ne olduğunu bilmiyorum. Bence eski ustalar sanatçı değillerdi, onlar fotoğraf makinesi icat edilmeden önceki iyi fotoğrafçılardı” açıklamasını yapıyordum. Şimdi ise şunu söylüyorum: “Sanat fotoğraf değildir”. Açıkçası bu daha kafa karıştırıcı.
Şimdi kendinizi fotoğrafçı geçmişiniz ile birlikle daha fazla sanat yaparken buluyor musunuz?
Her şey sanattır. Artık bunları tartışmıyorum. Bütün bu karşı sanat (anti-art) işi saçmalık, herkes buna bulaşmış durumda. Şayet ona bir isim vereceksek buna “sanat” diyelim ve eğer ki bu diğer her şeyden farklı ise bu gerçek devrim olur. Onu olumsuz bir isimle çağırmak onu yok etmek için yetersizdir– şayet sanatı yok etmek istiyorlarsa. 1911’in Fütüristleri bütün müzeleri yakmayı öneriyorlardı ve her ne kadar eski ustaları sevsem de ben de onlara katılıyordum. Bana göre onlar ressamdan daha fazlasıydı; onlar resim yapma yönünden demir ustaları gibiydiler, bir kuvvettiler; Goya veya Uccello veya daha sonra gelen Manet gibi. Zira bu insanlar fırçayı bir demir ustasının çekiç kullanması gibi kullanıyorlardı.
Şu anda yaptığınız işte fotoğraf ile ilgili herhangi bir şey var mı?
Her şey fotoğraf ile ilişkilidir, çünkü en nihayetinde hepsi fotoğraflanacaktır. Renkli reprodüksiyonlar içeren yarım düzine kadar kitabım ve kataloglarım var ve içlerine her şeyi koydular. İçlerine “rayografları”, fotoğrafları, siyah-beyaz “rayografları” ve renkli reprodüksiyonları koydular.
Şu anda ne ile uğraşıyorsunuz?
Bu bir sır. Zira yaptığım şeyleri hemen göstermeyi sevmiyorum– bazen yıllarca bekliyorum. Şu anda bütün grafik eserlerimi, taşbaskılarımı ve oymabaskılarımı içeren büyük sergiler var, lakin bunlar benim ilk eserlerimin bir çeşit panoraması. Biliyorsunuz burada, yaptığım her şeyi kabul ediyorlar. Kesinlikle bir tereddüt söz konusu değil. Lakin bazı Amerikalı yayıncılar bazı şeyleri değiştirmek istiyorlar veya bir şeyi çıkarıp yerine başka bir şey koymak istiyorlar. Ben de onlara “bu benim eserim, şayet farklı bir şey yapmak istiyorsanız, isminizle imza atın, bir şey yaratın– benim eserimi değiştirmeye çalışmayın”, diyorum. Bütün bu şeyleri kendi portremmiş gibi görüyorum.
Bir film yönetmeninin bir fotoğraf makinesine dokunmasından daha fazla kendim bir makineye dokunmam. İnsanlar söylüyor: “Fotoğrafları kendiniz mi çekiyorsunuz?”. Her zaman. Başka birisi düğmeye bassa bile ben çekiyorum. Bir mimara, binayı kendisi mi inşa etmiş diye sormazsınız, tıpkı bir besteciye bütün eseri kendiniz mi çalıyorsunuz diye sormayacağınız gibi. Bu son yılların keyfini sürüyorum, zira artık daha fazla orijinal eser üretmek istemiyorum. Aslında biraz üretiyorum ama bunlar gerçekten yayınlamak için değil. Sergilediğim şeyler, reprodüksiyonlarını yaptığım şeyler; son 60 yıldır süregelen şeyler, bir tarihleri yok. Bazı Fransız eleştirmenler çok zeki. Bir tane eleştirmen bana gösterdiğim her şeyin, bütün sergiler, reprodüksiyonlar, yayınların- ki bazıları 40-50 yıl önce yapılmıştır– şu anda yapılabileceğini ve şu anda ne yapıyorsam 40-50 yıl önce yapılabileceğini söyledi.
Kariyerimde bir tarih yoktur. Elimde kullanabileceğim bir kaç yöntem var. Fotoğraf; resim, yazı, heykel veya sadece konuşma kadar tesadüfiydi. “Kendi Portresi” ismiyle basılan bir kitap yazdım. Kitabı 1963’te New Yorklu bir editörün teşvikiyle yazdım. Bana 20’li ve 30’lu yıllar hakkında yazmam gerektiğini söylemişti. Ben de ona “aslında ben o zamandan daha önce başladım ve ondan daha sonra bitirdim. Gördüğün gibi halen buradayım, dolayısıyla bunu bir yere sabitleyemezsin. En başından başlayıp en sonuna kadar gitmem gerekiyor”, demiştim. Dolayısıyla bu, benim kazara olarak da adlandırılabilecek sözüm, ona doğumum ile başlayıp Kaliforniya’da 1940-1951 yılları arasında 10 yıl yaşadıktan sonra 1951’de Paris’e dönüşüm ile bitiyor.
Kaliforniya’da nerede yaşadınız?
Hollywood’daki Vine Sokağı’nda yaşadım. Bahçesinde palmiye ağaçları, arıkuşları ve çiçekleri olan güzel bir stüdyom vardı. Nasıl şimdi Fransa’da yaşadığımı unutuyorsam, o zaman da Amerika’da yaşadığımı unutmuştum. Kendi dört duvarım arasında yaşıyorum; bu benim kendi hayatım. Topluma hiç bir önem atfetmiyorum. Bana göre tek ihtiyacınız olan, sizi anlayan ve kabul eden bir kaç kişi. İnsanların bana, benim onlarla tanıştığım zaman, her ne kadar farklı bireyler olsak da, gösterdiğim güveni göstermelerini istiyorum.
“Şu anda ne yapıyorum?” açıkçası bütün hayatım boyunca yaptığım şeyin aynısını. Bir sergi olduğu zaman insanlar bana soruyor: “Bu sizin yakın zamandaki eserlerinizden birisi mi?” Bir gün şöyle haykırdım: “Hayatımda hiç bir zaman yakın zamanda resim yapmadım”. Sergideki çalışmalar büyük ihtimalle yıllar önce yapıldı. Bu şekilde yaşayarak kendi kişiliğimi geliştirebildim, hayır, geliştirmedim aksine vurguladım. Bireyselliğin en önemli şey olduğunu düşünüyorum. Bir müzedeki bir serginin ön yüzü için şunları yazmıştım: “Bu sergi halk için değil sadece tek bir kişi içindir– burada bulunan sen için”. Açıkçası bunun ilk başlarda biraz sert olduğunu düşündüler. Yine de kavradılar ve anladılar, dolayısıyla düşünce ilerleyebildi.
Aynı anda sadece bir veya iki kişi ile ilgilenebiliyorum. Asla toplumu düşünmem ya da onları hoşnut tutmayı veya ilgilerini cezbetmeyi. Onlar yaptığım şeylerden ötürü nasıl benden yıllar boyunca nefret ettilerse, ben de onlardan nefret ediyorum.
Beni değersiz birisi olmakla suçladılar.
Lakin en başarılı sergi mizah, şaka içerir. Örneğin Amerika’da birçok Dadaist faaliyet gazetedeki mizah bölümü gibidir; taşralı mizahıdır; ancak en yakınındaki kişilerce kabul edilebilir. Zamanında Avrupa’daki faaliyetler gibi evrensel bir kaliteye ulaşamamıştır.
Dadaist ve Sürrealistlere yakinen bağlıydım, zira yaptığım şeyler onların öne sürdükleriyle kesinlikle aynı doğrultudaydı.
Neden Paris’e döndünüz?
Açıkçası ne de olsa Savaş’tan önce Paris’te 20 yıl geçirmiştim; lakin etrafımda Almanlar varken kalamazdım; bu imkânsızlaşmıştı. Bereket versin Amerika’ya gittim, aksi takdirde 1941’e kadar kalsaydım kendimi bir hapishanede bulabilirdim. Daha fazla dayanamazdım. Bazı Alman subaylarla konuştum; birçok konu hakkında bilgi sahibiydiler. “Burada kalırsan sana birçok iş veririz”. Bende “sorumluluklarım var; Amerika’ya geri dönmem gerek”, dedim. Dolayısıyla herhangi bir politik faaliyet ile ilişkili olup olmadığımı anlamak için pasaportumu çok dikkatlice inceledikten sonra beni bıraktılar. Gerçekten kaçtım.
Kaliforniya’da çok güzel zaman geçirdim. Birçok fotoğraf çekip, bir o kadar da resim yaptım. Başkaları için değil artık kendim için çalışıyordum ve bu da ulaştığım nihai amacımdı. Gördüğünüz üzere 10 veya 20 yıl öncesinde planladığım resimlerin hepsini yaptım. Asla hayal edemediğim, hatta kimisi fotoğraflardan gelen, burada üniversitelerdeki eski sergilerde fotoğrafladığım matematiksel cisimler gibi soyut konular. Onları resimlerimin konuları yaptım, zira onlar insan yapımı cisimlerdi; doğadan gelmiyorlardı.
Bu kendi içinde bile oldukça devrimsel bir şey değil mi?
Kesinlikle. Lakin bütün o resimlerin hepsi gitti. Bir sene boyunca bu matematiksel cisimlerin yaklaşık on altı adet resmini yaptım ve bitirdiğimde yine uzun bir dinlenme süresi araya girdi. 1951’de Paris’e geldim ve bu stüdyoyu şans eseri buldum. Yerleştim ve yeni baştan başladım– tıpkı ikinci bir hayat gibi– ve 1950 ile 1960 arasında deliler gibi resim yaptım.
Amerika sizi düş kırıklığına uğrattı mı?
Hayır, bununla hiçbir ilgisi yok. Hollywood’un harika bir yer olduğunu düşünmüştüm. Aslında 1940’da Amerika’ya geri döndüğümde, New York’ta durdum ve benim için Vogue ve Harper’s Bazaar’da bir stüdyo kurdular. Onların bütün moda çekimlerini ben yapıyordum ve ünlülerin, tiyatrocuların ve sinema oyuncularının fotoğraflarını çekiyordum. Kendime şöyle dedim: “Geçtiğimiz Eylül’den beri bu korkunç savaştan sıyrıldım (bu Ekim’deydi) ve artık ufak bir tatil yapabilirim”. Aslında Hawaii ve Tahiti’ye gidecektim – ortadan kaybolacaktım. Stüdyoyu burada olduğu gibi içindeki hiç şeyi almadan ve bir daha onları görebileceğimi bilemeden bıraktım. Resimlerimin büyük bir kısmı bir mahzende saklıydı. Onları yedi yıl sonra almaya geldiğimde, yeniden buldum.
Aslında burada kendimi daha özgür hissediyorum, hepsi bu. Bildiğiniz gibi bir atasözü vardır; “her peygamber kendi ülkesinde saygı görür”. Tanınmak veya başka bir şey olmak istemiyordum. Sadece rahat olmak; yaşamam ve kişinin yapmaması gereken şeyler üzerinde çalışmam için yeterli sayılabilecek şeylere sahip olmak istiyordum.
Burada birçok ders verdim. Kaliforniya’da öğrencilerim oldu; yapacak hiçbir şeyleri olmayan ve fotoğraf veya resim yapmak isteyen film yapımcılarının eşleri gibi. Hatta boş zamanında resim yapmak için ders alan bir garson kadın bile oldu. İyi bir ressama dönüştü ve sonra duyduğumda göre üniversitede sanat profesörü bile olmuş. Yani bir öğretmen olarak çok başarılıydım, ama artık ders vermem. Kaliforniya’daki Sanat Merkezi bir sergi düzenlemişti. Beni öğretmem için çağırmayı denediler. Ben de onlara “öğretime karşıyım”, dedim. Bir kerede sadece bir kaç kişiye öğretebilirim. Her daim Paris’teki stüdyomda fotoğrafçılığı öğrenmek isteyen bir veya iki öğrencim vardı. Bireysel öğrencilerim olmuştu ve ben onları ders başına yaklaşık 50 dolar ücret çekiyordum.
Bill Brandt sizi görmeye geldi değil mi?
Kendisi benim öğrencimdi. Stüdyoma gelip benim öğrencim olup olamayacağını sordu. Ben de “sana hiçbir şey öğretemem. Beni izlersin ve bana yardım da edersin”, dedim. Biraz çabaladı ve sonunda tıpkı Berenice Abbot’un yaptığı gibi bir fotoğrafçı oldu. Bunun dışında üç dört öğrencim oldu ve şimdi hepsi başarılı ve ünlü birer fotoğrafçı. Bir tanesi bildiğiniz gibi Amsterdam Müzesi’nde bütün fotoğraf arşivine sahip. Bir diğeri olan Madam Lindquist ise Danimarka Sarayı’nın Kraliyet Fotoğrafçısıdır.
Cartier-Bresson ve Brassai gibi başka fotoğrafçılar da sizi görmeye geldiler mi?
Duchamp’ın ölmeden önce benimle birlikte Cartier Bresson tarafından çekilmiş bir fotoğrafı var. Burada oturmuş satranç oynuyorduk ve o ikimizi çekip, son sergim sırasında bana gönderdi; üzerinde “eğer reklam için bir fotoğrafa ihtiyaç duyarsan benimkini kullanabilirsin” yazılıydı. Birçok fotoğrafım var. Artık çok ender olarak kamera arkasındayım, lakin çoğunlukla kameranın karşısındayım – terfi ettirildim!
Atget ile olan ilişkinizi açıklayabilir misiniz?
Onu ben keşfettim! Bunu bir meziyet olarak görmüyorum. Atget, 20’lerde Paris’teki stüdyomdan birkaç bina ötede yaşıyordu. Arka bahçesinde güneşe bakan penceresinin dışına koyduğu ufak çerçevelerde bastığı baskı kâğıdından yapılma albümleri vardı ve bu baskıları elde ettiği anda kitaba koyardı. Ona gidip bir baskıyı beş frank- ki yaklaşık bir dolar veya elli sent tutuyor– satın alabilirdiniz ve o da hemen onun yerini doldururdu. Yeni baskıları gün ışığında basardı. Hepsi 18×24 cm boyutlarındaki Fransız ölçülerindeydi. Bir keresinde şöyle ona yalvardım: “Bana plakalarından birkaç tanesini ödünç ver, ben de modern kâğıt üzerine baskı yapayım”. “Hayır, bu kalıcı değil” dedi. Şayet ışığa maruz bırakırsanız baskılarının hepsi solardı, zira hepsi sabitlenmeleri için tuzlu suda yıkanıyordu. Bu baskılar fotoğrafçıların karşılarında oturan için yaptığı kanıtlar gibiydi; kalıcı nesneler olarak saklanma amaçları yoktu. Bir süre sonra yok olurlardı. Her neyse; ben arada bir uğrayıp bir iki baskı satın alırdım. Binlerce baskısı vardı; kendi zamanında birçok şeyin fotoğrafını çekmişti. Lakin kendisi ressamlar için evrak hazırladığını söylemişti (kendisi de bir ressamdı, manzara resmi yapardı). Bu baskılar evraktı ve çoğunluğu ilgi çekici değildi lakin sonunda yaklaşık 30 veya 40 kadarını elde ettim ve onları Beaumont Newhall’e verdim. O onlara sahip. En çok reprodüksiyona uğrayanlar onlar, zira onlarda biraz Dada ve Sürrealist nitelik var.
Çok basit bir adamdı, neredeyse naifti, hatta bir Pazar ressamı gibi bile diyebilirsiniz. Her gün çalışırdı. Onun birkaç eserinin 20’lerde sürrealist bir dergide yayınlanmasını sağlamıştım- bir köprü üzerinde duran kalabalık güneş tutulmasına bakıyordu. O ise: “Benim ismimi koyma”, demişti. Tanınmayı istemiyordu. “Bunlar sadece yaptığım evraklardır” derdi.
Neden hiçbir şekilde reklam istemediğini açıklamış mıydı? Çok kötü şartlarda yaşıyordu.
Hem de çok kötü. Hiç parası yoktu. Sanırım bir kez gezgin bir gösteride aktörlük yapmıştı. Vefat ettiğinde stüdyomdan birkaç haftalığına ayrılıp güneye yolculuğa çıkmıştım. O zamanlar asistanım Berenice Abbott’tu. Kendisini 18 yaşında New York’ta genç bir kız olarak tanımıştım, kendisi bir heykeltıraştı. Benden bir veya iki ay önce Paris’e gelmişti. Açlıktan ölüyordu; ben de ona gelip bana yardım etmesini söylemiştim; çok fazla işim vardı. Bütün ressamlar – Picasso, Braque, Matisse, hepsi – resimlerinin fotoğraflarını çekmem için bana akın ediyorlardı. İşim başımdan aşkındı, o yüzden onu yanıma aldım. Atget vefat ettiğinde oraya erkek kardeşiyle gitti ve negatifleri topladılar. Bu sayede ilk defa Fransa’da bir kitap bastırılabildi. Bu konuda çok istekliydi. Benimle birkaç yıl geçirdikten sonra, çok başarılı bir fotoğrafçı oldu ve sonra kendi yoluna gitti.
Atget konusunda hiçbir gizem yaratmak istemiyorum. Basit bir adamdı ve işe ilk başladığı 1900’lerin başındaki malzemeleri kullanıyordu. Üzerinde pirinçten yapılma lensi ve kapağı olan eski köhne bir makine. Sadece kapağı çıkartıp geri takardı.
Makinem bozulduğunda bu yöntemle de fotoğraf çektim. Hatta üzerinde lens olmadan dahi fotoğraf çektiğim oldu. Bir keresinde bir ressamın fotoğrafını çekmem gerekiyordu. Stüdyomdaki fotoğraf makinem, üçayağım ve diğer şeylerle birlikte gelmiştim. Kuruluma başladım lakin lensi unutmuştum. Lensimi iyi biliyordum, zira optik konusunu iyi bildiğim için kendi lensimin siparişini ben verirdim. Lensimin 12 inç’lik odak uzunluğuna sahip olduğunu, ama bunun oldukça belirsiz bir görüntü vereceğini biliyordum. Bir makara teybim vardı ve onu kameramın içindeki açıklığa bantladım ve pozlamak için üzerinde ufak bir delik olacak şekilde siyah kumaşı aşağıya indirdim. Sadece kumaşı indirip kaldırdım ve Matisse’in portresini elde etmiştim. Bütün detayların görülebileceği çok güzel, yumuşak bir odağa sahip bir fotoğraf olmuştu.
Sanat Dünyası’nda tarihsel bir figür olmanın bir yük olduğunu mu hissediyorsunuz?
Bu bir dert; hem de büyük bir dert. Beni televizyona ve radyoya çıkartıyorlar, gazete ve dergi röportajları yaptırıyorlar. Tabi ki elimden geldiğince onların hevesini kırmaya çalışıyorum, lakin bütün yaratıcı işler gibi kaçınılmaz bir durum. Tanınmaya ihtiyacınız var, çünkü aksi takdirde hiçbir serginiz olamaz.
Profesyonel anlamda fotoğrafı 20 sene önce bıraktım, ancak canım bir portre çekmek isterse bir portre çekiyorum. Evet bazı baskılar yapıyorum, lakin onları artık kendim yapmıyorum, burada Paris’te iki ya da üç laboratuvarım var; benin için harika iş çıkartıyorlar. Baskı ve fotoğraf mekaniklerinde o kadar çok gelişme olmasına karşın, işin yaratıcı yanında hiçbir ilerleme bulunmamakta.
Baskılarımın birkaç yüz adedine sahip iki ya da üç koleksiyonör var ve Modern Müze de yaklaşık 150 baskıya sahip, bu sayede Metropolitan’da bir gösterim yaptılar. Orada bulunamamıştım, lakin serginin fotoğraflarını bana yolladılar; bir tanesi Pasadena, bir tanesi San Francisco’da, bir tanesi ise Washington’daydı. Sergilerin bütün kataloglarına sahibim ve bazen koleksiyonör de biraz fotoğrafçılıkla uğraşan birisi olduğunda tanınma amacıyla araya kendi fotoğraflarını da ekliyor. Onlara; “bu kötü bir yöntem; asla kendi eserlerinizi bir ustanın eserlerinin yanında göstermeyin – bu olanı daha kötü yapar”, diyorum. Eserlerimi asla benim olduğumdan daha üstün bir seviyede olan ustaların yanında göstermem. Nasıl tek adamlık bir seyirci istiyorsam tek adamlık sergiler istiyorum!
(*) Man Ray Photographs, New York, Times and Hudson, 1987, s. 35-39.
İngilizceden Çeviri: Ömer Aybars Yurdun