Tehlikeli Karşılaşma; Sanat ve Para-Tuğba Gürkök

“Çağdaş sanatın verdiği meyvelerin değerini belirleyen içlerindeki yaratıcılık mıdır yoksa ne kadara satılabildikleri midir?” Para; hayatımızın hemen her alanına kaçınılmaz olarak girmiş, etrafımızdaki hemen her şeyin değerini belirleyen bir ölçüt. Para size mal, mülk ve hatta güç kazandıran çağın başrol oyuncusu. Buna karşın hepimiz şunları savunmuşuzdur; para manevi değerlerimizi ele geçiremez, sevgimizi ele geçiremez (belki), mutluluğunuz üzerinde belirleyici olamaz vs… Soyut değerlerimizi hep paradan uzak tutmaya eğilimliyizdir çünkü onların parayla sıkı ilişkide olması bizi rahatsız eder. Peki, para yaratım gücünü ele geçirebilir mi, bu gücü yönetebilir mi? Çağdaş sanatı incelerken sorulması gereken sorulardandır bunlar. Bu konuya kafa yorarken, “Monnaie de Paris” tarafından düzenlenen bir sergi geldi aklıma; bahsedilen tehlikeli karşılaşmayı pek çok yönden ortaya koyan bir sergiden bahsediyorum. Bu yazımda konuya, bu sergiden damıttıklarımla yaklaşmakta fayda görüyorum. İlk olarak şunu belirtmek lazım; sanat çok eski dönemlerden beri parayla ilişkili bir alan olmuştur. Elinde para gücünü bulunduranlar sanata hem zevk için, hem de sonrasında kârlı çıkacakları alışverişlere girişmek için yatırım yaptılar. Sanatçının gücünü asıl besleyen kaynak bağımsızlığıyken, sanat eseri üretmek para gerektiren bir süreç halini almıştır. Özellikle bizim çağımız gibi, ekonominin gücünü hayatımızın tam merkezinde bulduğumuz bir çağda ise artık bu sanat-para ilişkisi, üzerinde düşünmeden edilemeyecek bir boyuta taşındı. Sanat tarihçisi ve eleştirmen Harald Szeemann’ın bahsettiği noktadayız; “günün sanatını sorgularken karşı karşıya kalmaktan sakındığımız ama aslında tam da merkeze yerleştirmemiz gereken bir konu sanat ve para karşılaşması”. Özelikle 1980’lerden bu yana sanat eserine bakarken estetik değeri ve ticari değeri birbirine karıştıran bir dünyanın içindeyiz. 1960’larda başlayan kırılma 1960’lara kadar sanatta avangard olan ve toplum tarafından çok da benimsenmeyen sanatçılar, kendilerini ticari değerlerin öne çıktığı bir pazar içinde bulmamışlardı. Marcel Duchamp gibi çığır açan sanatçılar bile hayatlarının büyük kısmını para sıkıntısıyla geçiriyorlardı. Onların sanat eserlerinin oluşumunda ekonomi değil, diğer sanatçıların ve eleştirmenlerin yorumları etkiliydi. 1960’lar civarında ise para sanatçılar tarafından özellikle aranan bir kaynak haline gelmeye ve eserlerinin de konusunu oluşturmaya başladı. Bilindiği gibi Pop-Art ve Yeni Gerçekçilik, dönemin tüketim toplumunun bir yansıması olarak ortaya koyulmuştur. Maddi değerler tarafından adeta bir büyülenmenin söz konusu olduğu bu dönemin ardından 1990’larda artık para, sanatta hemen hemen başka her şeyden daha belirleyiciydi. Gerekli kaynağa sahip olmayı başaran ve piyasada en büyük paraları döndüren sanatçı dönemin gözdeleri arasında yerini alır durumdaydı. Bu durum Richard Prince, Jeff Koons gibi sanatçılara sanat dünyasında başrolü kapma fırsatı vermiştir. Alma-Satma dünyası Ekonominin, hayatın her alanında yönetici güce sahip olduğu dünyada ticaret merkezleri çağın en büyük mabetleri halini almış, insan bedeni ise paranın satın aldıklarıyla donatılan ve satın alınabilen zevklerden beslenen, içi, dışı parayla sarmalanmayı bekleyen bir boşluğa dönüşmüştür. Bu gerçek kendini en çarpıcı biçimde Barbara Kruger, Matthieu Laurette, Claude Closky, vb gibi sanatçıların eserleriyle ortaya koyar. Bu alma satma dünyasında söz konusu, varlığını sürdürebilmek için ekonomiyle iç içe geçmesi gereken sanat olunca şu…

Daha Fazla

John Locke İDELER VE KÖKENLERİ

İNSANLARIN ANLAMA YETİSİ ÜZERİNE John Locke İDELER VE KÖKENLERİ İnsan düşündüğünün ve düşünürken zihninde dolaşan şeylerin ideler olduğunun bilincindedir; öyleyse şu kesindir ki, insanlar zihinlerinde beyazlık, sertlik, tatlılık, düşünme, hareket, insan, fil, ordu, sarhoşluk ve benzeri sözcüklerle dile getirilen çeşitli ideler taşırlar. Bu durumda öncelikle araştırılması gereken “Onları nasıl ediniriz?” sorusunun yanıtıdır. İnsanların varoluşlarının başında zihinlerine damgalanmış doğuştan ideler ve ilk harflere sahip oldukları yolunda kabul görmüş bir öğreti vardır. Bu sanı üzerinde zaten oldukça fazla durmuştu : Anlama yetisinin sahip olduğu tüm ideleri nereden edindiğini gösterdiğimde; önceki kitapta söylemiş olduklarımın çok daha kolay benimseneceğini sanıyorum. Zihne hangi yol ve aşamalarla girdikleri de herkesin kendi gözlem ve deneyiminden ortaya çıkacaktır. Gelin zihni başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış düz beyaz bir kâğıt (tabula rasa) gibi düşünelim -Bu kağıt nasıl doldurulur? İnsanın sınırsız kurgu yeteneği ile zihne aktardığı bu zenginliğin kaynağı neresidir? Tüm bu bilgi ve akıl malzemelerini zihin nereden edinmektedir? Bunlara tek yanıtım var. “DENEYİM”. Tüm bilgimiz önünde sonunda deneye dayanır ve deneyimden gelir. Anlama yetimizi tüm düşünme malzemeleri ile donata dışımızdaki duyulur nesneler ya da kendi içimizde algılamadığımız ve duyduğumuz zihinsel işlemlere yönelik gözlemimizdir. Bunlar tüm idelerimizin doğduğu bilgi pınarlarıdır. Duyulur nesneler alanında DUYULARIMIZ zihne bunların etkileme biçimlerine göre çeşitli algılarını iletirler. Dolayısıyla sarı, beyaz, sıcak, soğuk, yumuşak, sert, acı, tatlı ve benzeri tüm duyulur niteliklerin idelerini ediniriz; “duyular zihne iletirler” ile söylemek istediğim duyularının zihinde bu algıları üreten şeyleri dış nesnelerden alıp zihne taşıdığıdır. Sahip olduğumuz, duyularımız yoluyla anlama yetisine aktarılan çoğu idenin bu önemli kaynağına ben “DIŞ DUYUM” diyorum. Deneyimin anlama yetisini idelerle doldurmasına kaynaklık eden bir diğer şey de, zihnimizin idelerine ilişkin işlemlerin algısıdır ki, bu işlemler düşünme sırasında anlama yetisini dışındaki nesnelerden sağlanamayacak olan başka bir grup ide ile donatır. Bilincinde olduğumuz ve kendimizde gözlemlediğimiz algılama, düşünme, kuşku duyma, inanma, uslamlama, bilme, isteme ve benzeri çeşitli zihinsel edimlerle de anlama yetilerimize seçik ideler katarız. Her insanın içinde bu kaynak vardır; dışımızdaki nesneler alanında olmadığından duyu değilse de çok benzemektedir ve içsel duyu diye adlandırılmak için uygundur. Fakat sunduğu ideleri zihnin kendi içinde yürüttüğü işlemler üzerinde düşünerek edinmesine bağlı olarak diğerine DIŞ DUYUM diyorken, bunu da İÇ DUYUM diye adlandırıyorum. Bu inceleme boyunca İÇ DUYUM ifadesi geçtiğinde, zihnin kendi işlemlerini, anlama yetisinde bunların idelerini üreten akıl yardımıyla anlaşılsın isterim. Dış Duyumun nesneleri olan dışımızdaki somut şeyler ve İç Duyumun nesneleri olan zihnimizdeki işlemler bence tüm idelerimizin doğduğu kaynaklardır. Burada kullandığım geniş anlamıyla “işlemler” terimi zihnin idelerine ilişkin etkinlikleri yanında, bir düşünceden doğan doyum ya da rahatsızlık gibi etkinliklerin kendilerinden kaynaklı kimi edilginlikleri de içermektedir. Anlama yetisinde bu kaynaklar dışında bir yerlerden edinilmiş hiçbir ide yoktur bence. Dışımızdaki nesneler zihni bizde ürettikleri farklı algılara karşılık gelen duyulur niteliklere ilişkin idelerle donatırlar; zihin de anlama yetisini kendi işlemlerine ait idelerle doldurur. Bu…

Daha Fazla