Felsefe, öyle denilebilir ki, insanın en büyük ve en eski başarısıdır. Bundan dolayı onun tarihi de başka herhangi bir bilgi veya bilimin tarihinden daha eski, dahageniş ve daha kapsamlıdır. Felsefenin tarihini çeşitli pedagojik ve yöntembilgiselzorunluluklar yüzünden belli dönemlere ayırmak bir gelenek haline gelmiştir.Bu bakımdan, bu geleneği takip etmek, felsefenin tarihini anlamak bakımındanuyulması gereken bir kural olmuştur. Bununla birlikte böyle bir bölümlendirmeninfelsefenin tarihi demek olan soru ve sorunların da bölümlenmesi anlamınagelmediğini ayrıca belirtmek gerekir. Zira tarihsel bölümlendirme, meselelerinbıçakla kesilir gibi sona ermesi demek değildir. Meseleler devam etse de dönemleri
belli tarih aralıkları içinde anlamaya çalışmak neredeyse bir “olmazsa olmazkoşul” (conditio sine qua non) olmuştur. Felsefe, tarihi içinde kendi problem sürekliliğine(philosophia perennis) her zaman sahip çıkmıştır. Bu bakımdan, sözgelimi, Renaissance (Rönesans okunur) döneminin tarihsel aralığında kalmasına
karşın Suarez bir ortaçağ filozofudur.
İnsan olmanın görevini yerine getirmek için kalkıyorum. Öyleyse bunu yapmak için doğduğum ve bu dünyaya bunu gerçekleştirmek için getirildiğim şeyi yapmaya gideceksem bundan neden rahatsız olayım ki? Yatağıma uzanıp battaniyemin altında sıcacık kalmak için mi var edildim ki?”-Marcus Aurelius
Ortaçağ felsefesi hakkında dile getirebileceğimiz bir başka durum, bu döneminiçinde ele alınan Latince yazan isimlerin neredeyse tümünün kendilerini filozofolarak değil, fakat ilahiyatçı olarak görmeleridir. Onlara göre filozof, antikçağdayaşamış ve yapıtlarını kaleme almış olan Platon ve Aristoteles’tir. Ortaçağfilozoflarına göre felsefe, dinin hizmetinde (ancilla theologiae) bir etkinlik olarakgörülmektedir. Elbette bu durum da Ortaçağ gibi bin yıllık bir süreç içinde anlamayaçalıştığımız dönemin bütününe yayılacak bir belirleme olamaz. Bununlabirlikte, en azından ilk beş yüz yıllık dönemde bu anlayışın hüküm sürdürdüğünü söylemek abartı olmayacaktır.
Ortaçağ, felsefe tarihi açısından son derecede önemli ve zengin içerikli bir dönemdir. Eskiden karanlık dönem olarak adlandırılmasına karşın, son elli yıldır giderek artan bir ilgi sayesinde Ortaçağ Felsefesi artık daha aydınlık bir dönem olarak karşımızda durmaktadır. Zamansal olarak Ortaçağ Felsefesini Augustinus (354-430) ile başlatabiliriz. Bu dönem, St. Thomas’lı Iohannes (1589-1644) ile son bulmaktadır. İlki ile ikincisi arasında, felsefi olarak ve ilahiyata dair pek çok benzerlik bulunduğunu söylemek mümkündür. Başka kelimelerle ifade edecek olursak, bu bin yıllık süreçte ele alınan felsefi meseleler, bir miras devralma titizliği içinde irdelenmiştir.
Felsefe tarihinin belki de en önemli ismi olan Platon M.Ö. 348’de öldü. Onun ölümünden sonra bir süreliğine Aristoteles Yunan felsefesi üzerinde etkili olmuştur. Bununla birlikte, Yunan felsefesinin etkili olduğu ve genellikle pagan düşüncesini resmeden anlayış, yaklaşık olarak üçüncü yüzyılda sona erdi. Başka türlü ifade edilecek olursa, Platon gibi bir büyük ustanın büyük ölçüde etkisi altında bıraktığı bir dönem, bu sefer onun adıyla anılan ve Plotinos’un kurucusu olduğu düşünülen Yeniplatoncuğa yerini bıraktı.
204 veya 205 yılında Mısır’da, büyük bir olasılıkla Lycopolis’te dünyaya gelen Plotinos’un en önemli kazanımlarından biri, onun Ammonius Saccas’tan dersler almasıdır. Kendisinden sonraki bütün felsefe tarihini derinden etkilemeyi başarmış olan Plotinos, bir taraftan Yunan spekülatif düşüncesini diğer taraftan da Hıristiyanlığın temel ilkelerini biraraya getirmeye çalışmış ve bu alanda ciddi bir başarı elde etmiştir. Yaşadığı Ortadoğu’daki Hıristiyanlığın etkisi altında farklı bir şekilde yeniden biçimlendirilen felsefe, daha önce alışkın olmadığı yeni bir kavramı bütün bir varlık anlayışı içine almıştır.
Daha önceleri Yunan felsefesinde yer almayan “yaratılış” (creatio) düşüncesi, Platoncu terminolojinin de yardımıyla ve bu sefer mutlak güç sahibi sıfatıyla Tanrı şeklinde metinlerdeki yerini almaktaydı. Bu şekilde ortaya çıkan yeni felsefi anlayış, Hıristiyanlığın ciddi ağırlığına karşın gene de temel ilkelerini ve kaygılarını korumayı başarmıştır. Yeniplatoncu okul ve onun takipçileri, aynı zamanda ciddi bir şekilde Eski Yunan felsefesini de muhafaza eden bir anlayışı sürdürmekteydiler. Eski Yunanca hâlâ önemini korumakta ve felsefe yapıtları, büyük ölçüde Yunanca yazılmaya devam etmekteydi. Roma’daki filozoflar bile Atina’da Yunanca eğitimi alıyorlar, yapıtlarını Yunanca yazıyorlardı. Eski Yunanca, adeta Yunan felsefesini yaşatan bir damar gibiydi.
Avrupa, dördüncü yüzyıldan itibaren büyük bir barbar saldırısı ve istilası ile sarsıldı. Neredeyse bütün şehirleri, manastırları, eğitim kurumları, kütüphaneleri yağmalandı ve yakıldı. Bu ortamda elbette eğitim olanağı ortadan kalktı. Bu durum, o dönemde Avrupa’daki bilim insanlarının hayatlarını da ciddi bir şekilde
olumsuzca etkiledi. Aslına bakılacak olursa, karanlık çağ olarak Ortaçağ değil; fakat dördüncü yüzyıl adlandırılabilir. Pek çok Yunanca metin ortadan kayboldu. Pek çok Yunanca metnin Latince çevirilerinin ya bir kısmı veya tamamı tahrip edildi. Eğitim kurumlarındaki tahribat, dönemin insanına Eski Yunanca öğretme olanağının önünü tıkadı ve Eski Yunanca, dolayısıyla Eski Yunan felsefesi metinlerine
ulaşabilecek insan sayısında inanılmaz boyutlarda düşüş yaşandı. Bununla birlikte, bazı aileler ile ücra köşelerdeki bazı manastır kütüphanelerindeki temel yapıtlar sayesinde eğitim devam edebildi.
Bu eğitim sayesinde Augustinus gibi, Boethius gibi isimler ortaya çıktı ve yapıtlarıyla Ortaçağ felsefesini
biçimlendirmeye koyuldular. Bunların tümü de Hıristiyandır. İkinci yüzyılda başlayarak hepsi de Hıristiyanlığın imanının akılsallaştırılması için çaba göstermişler ve bu uğurda felsefeyi kullanmışlardır. Başlangıçta felsefeyi bir araç gibi gören bu anlayış, zaman içinde evrilerek felsefenin en temel alanlarındaki önemli başarıları ortaya koyacak denli felsefeyi amaçlaştırmıştır. Bu bakımdan, Ortaçağ felsefesi, sadece Eski Yunan felsefesini modern felsefeye aktarmak görevini üstlenmemiştir. Onun aynı zamanda bir başka önemli görevi, Eski Yunan felsefesinden alınan mirası, yorum tarzı üzerinden farklılaştırarak modern felsefeyi üretmek olmuştur. Unutulmaması gereken önemli bir konu, modern felsefenin başlatıcısı olarak düşünülen Descartes’in, (Dekart okunur) aslında bir Ortaçağ kurumunda eğitilmiş olmasıdır. Cizvitlerin kurmuş olduğu La Fleche’te okuyan Descartes, analitik geometriyi keşfetmiş, buradan hareketle spekülatif
felsefeyi yeniden inşa etmeyi denemiştir. Descartes’ın Ortaçağ felsefesinin yetersizliklerinden şikayetleri olduğu gibi, bazıları da onun Ortaçağ felsefesini yeterince iyi bilmediğini ileri sürmüşlerdir.
Bu konuda önemli bir başka düşünce de ülkemizdeki Ortaçağ felsefesi çalışmalarını başlatan Betül Çotuksöken’den gelmektedir. Ona göre; gerek Augustinus gerek Anselmus Descartes’ın hocaları durumundadır.Baştan naïf bir tavırla reddeder görünmesine karşın, Descartes’ın düşünsel arka planında skolastik yer almaktadır.” (Betül Çotuksöken, “Anselmus’un Ontolojik Tanrı Kanıtlaması ve Yeniçağ Felsefesindeki (Descartes) Yeri”, II.Türkiye Felsefe, Mantık ve Bilim Tarihi Sempozyumu (11-13 Kasım 1987) -AyrıBasım-, İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, T.Y., s. 53). Dolayısıyla Ortaçağ felsefesi, pek çok bakımdan üzerinde durulması gereken bir dönemi işaret etmektedir. Bu felsefenin anlaşılması için, yukarıda dile getirilenlerden de rahatlıkla anlaşılacağı gibi, bir taraftan Eski Yunan felsefesinin -temelde
Platon ve Aristoteles’in düşünceleri- öbür taraftan da modern felsefenin iyi bir biçimde kavranmış olması gerekmektedir. Aksi takdirde felsefenin sürekliliğinde biçimlenen sorunlardaki anlamda kırılmalar ve eksiklikler kaçınılmaz hâle gelecektir.