Galerileri Yakalım !

Kerem Şahinboy Galerileri Yakalım! Türkiye’de galerileri yakıp, sahiplerini ve çalışanlarını mancınığa bağlayıp denize atmadan bu saçmalık buhranından kurtulamayız. Önümüze sanateseri diye getirilen ıvır zıvırlar, vıkvıklamak adı altında düzenlenen etkinlikler, estetik, yetenek, teknik, malzeme, kompozisyon, fikir açlığı çeken abuk sabuk işler, menstural kanını iplere bulayıp kağıt parçalarını çerçeveletenler, televizyon antenlerini çimentoya saplayıp müşteri bekleyenler, göbek bağı derisini sergileyenler, hepsi tek tek sanat dünyamızdan tasfiye edilmedikten sonra bir ilerleme gerçekleştiremeyiz. Etrafımız çağdaş sanat adı altında yutturulmaya çalışılan, aklımızla, beğenimizle dalga geçen şarlatanca maddelerden geçilmez oldu. Ben yaptım oldu düşüncesiyle hareket ediliyorsa işte ben de söyledim oldu. Küçüle küçüle, kendilerini toplumdan izole ede ede avuçiçi kadar bir grup kaldılar. Kalanların küçük bir kısmı dışındakiler de paralı ve eğitimsiz palyaçolar grubu… Yolda bulduğu ağaç parçasını çekinmeden, utanmadan, sıkılmadan bir çerçeveye tıkıp, alt metnine de kavramsal bir hikaye yazıp sergileyen sanatçılarla (!) karşılaşıyoruz. İşin daha traji-komik durumu ise galerilerin de bu dümen suyuna köpük olmaları. Satamıyorlar. Ağlaşıp duruyorlar. Kimse şapkasını önüne alıp ellerindeki iş modelinin sürdürebilir olmadığını itiraf edemiyor. Hala Ambroise Vollard kadar yetkin değiller. Yüz sene öncesinin galericiliğini bile yapamıyorlar. Bakınız, bir galeri alanında sergi açıp bir ay boyunca bir veya birkaç sanatçının işlerini sergileyip onları satmaya çalışmak modeli yaklaşık elli yıl önce öldü. Biraz vicdanlı olalım ve Türkiye için bu yapının 2000’lerden sonra bittiğini söyleyelim. Eskiden galericinin kendi müşteri ağı vardı ve insanları tanırlardı. Şimdi herkes ama herkes bilinir, bulunur ve ulaşılabilir duruma geldi. Bir koleksiyoner neden %50 gibi fahiş bir komisyon oranıyla galeriden iş alsın ki? Dönüşmek zorundalar, hem de öyle hızlı ve radikal şekilde dönüşmeliler ki yaşayabilsinler. Bu geri kalmışlar gurubu, sanatçıların da önünü tıkıyorlar. New York’ta, Berlin’de, sağda solda gördükleri eserleri benzer fiyat yapısıyla buradaki izleyicinin beğenisine sunmaya çalışıyorlar. Böylesi büyük bir absürtlük olabilir mi? Tutmuyor. Tek tek kapanıyorlar. Topluma ulaşmadan yeni, çağı yakalayan bir galericilik anlayışı benimsenmeden, yüz sene öncenin teknikleriyle çağdaş sanat eseri satmaya çalışarak nasıl bir ticari sürdürülebilirlik öngörüyorlar merak ediyorum. Bir kere, kendi knowhowunu koymadığın, üretmediğin, icat etmediğin, mamül haline getirmediğin bir emtiayı %50 gibi kar marjlarıyla satamazsınız. Bunu size piyasa sattırmaz. Galericiler de emlak komisyoncuları gibi, freight forwarderlar gibi aracı kurumlardır. İstisna durumlar dışında al-sat aracılığı yapanlar için kar marjı %5 ila %10 arasındadır. Yüksek komisyon oranları satışların önündeki büyük engel. Galeri sanatçının önünde bir engel teşkil eder hale geliyor. Satamayan, para kazanamayan bir ressam bir süre sonra ya o işi bırakacak ya da galeriden ayrılacak… Her iki durumda da herkes zararda. Hem galerici, hem sanatçı hem koleksiyoner hem de sanat dünyamızın geri kalanı. Galerileri pahalı kiraları olan mekanlarda kiralıyorlar. Genel giderleri çok yüksek. O geliri edinmek adına ufak komisyonlar işlerini görmüyor. Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Bir eserin fiyatını soruyorsunuz. Önce 50bin TL diyorlar. Ardından bir iki ay sonra sizi arıyorlar ve fiyat 25bin TL ye iniyor.…

Daha Fazla

GÜNCEL SANAT DEDİĞİN NE?

Aşağıda sanat yazarı Rudolf Zeichen’in, 1957 doğumlu Alman sanat düşünürü Martin Gnemann ile yaptığı “Güncel Sanat Dediğin Ne?” isimli görüşmeyi sunarak konuya giriş yapmak istiyoruz. Radikal bir sanat düşünürü olan Gnemann, Freiburg Üniversitesinde sanat tarihi ve sanat felsefesi eğitimleri almış, sonrasında da aykırı düşünceleriyle sık sık gündeme gelmiştir. Almanya’nın önemli sanat yayınlarında düşüncelerini ortaya koyan yazılar kaleme almaktadır. Özellikle sanat felsefesi üzerine olan yayınlarıyla dikkat çekmektedir.  Rudolf Zeichen.: Güncellik ve güncel sanat meselelerini nasıl yorumluyorsunuz? Martin Gnemann.: Güncellik denen mesele, dünyasal bir süreçten geçirilerek ele alınan bir şey olarak görülüp, irdelenmelidir; bu hata payını düşürür. Dünyasallık da kendi içinde maddi ve manevi koşullarla sorgulanır. Manevi birikimleri öne çıkartınca başka, maddi olanları öne çıkarınca bambaşka boyutlar elde edersiniz. Hangi coğrafyada, ya da konumda durursanız durun, doğru yorum her zaman doğru olacaktır şüphesiz. Tam bu noktada sorun, zihninizi işletip işletemediğinizdir. Hatta dahası da var; işletseniz bile ne kadar işlettiğinizdir. Bütünüyle, olayın bir çizgi üzerinde, başı ve sonunun olduğunu bilerek hareket ettiğinizde, sanattaki dönüm noktalarını, felsefe yapma durumuna düşmeden iyi görmek gerekiyor. Sanat, biçimlerle ilgili, dolayısıyla bu biçimler de görmeye, duymaya ve hatta koklamaya dayalıdır. O zaman duyar, görür ve koklar sonra düşünmeye başlarsınız bir izleyici olarak. Sanatçı için de durum değişmez; o da önce görür, duyar, koklar sonra tezlerini, dolayısıyla düşüncelerini sunar. Güncel sanat abartılmaktadır yüksek derecede; klasik ve 20. yüzyılın ilk yarısının sanatındaki gibi çoğullaştırmak yerine çoğaltılmış olduğundan, ciddi bir kafa karışıklığına neden olmaktadır. Bu kafa karışıklığı da, anlaşılırlığı bir taraftan engellerken, diğer taraftan anlaşılmazlığı körüklemektedir.  Olayın temel gelişimi özetle budur. R:Z.: Güncellik geçmişle nasıl bir bağlantı kuruyor veya kurması gerekir? M.G.: Güncel olan popüler olana da düşmeden, aslında bütünüyle sanatın ve yaşamın tarihiyle ilişki içindedir. Güncel, geçmişten kopmuşsa iş bitmiş demektir. Merkezdi, periferdi gibi bir ayrıma da düşülmekte; bu da çok tehlikelidir. Kafaları karıştıracak derecede felsefeye ya da herhangi bir sosyal alan dallarına dalmak da tehlikeli olabilmektedir. Nasıl, sanatı güncel anlamda tamamen ticaretin hükmü altına sokmak zararlıysa, sanatı yılan hikâyesine dönüştürüp, sunmamak da bir olumsuzluk işaretidir. Kim hangi konumda olursa olsun, bulunduğu konumla övünme durumuna düşmektedir. Oysa sanat bunları istememektedir. Bugün güncel sanatta, klasik sanatın, hatta mağara ressamlarının yaptıklarını bile değerlendirip, kullanan sanatçılara rastlıyoruz, öyle değil mi? Bu kullanılan geçmişin birikimi, eğer iyi yoruma götürülmemişse, sanat, sanatı anlama ve sanatın kuramını oluşturmada tehlike çanları çalıyor demektir. Bu, kafese konulmuş bir kuşun geçmişinden, türlerinden kopmadığını, her daim bulunduğu kafeste yine de ötmesi olayına benzetilebilir. Sanatın, hele güncel sanatın ve sanatçısının kendiyle övünmeyi bir tarafa bırakıp, geçmişin birikimleri için atalarına şükretmesi gerekmektedir. Bugün bunu böyle kabullenen kaç sanatçı vardır acaba dünyada? Sanatçı megalomandır, sanatçı kendini beğenir, hatta sanatçının bugün para için yapmayacağı da yoktur üç aşağı beş yukarı. Son on, on beş yılda bütün dünyada sanatçılara bir de küratörler eklendi. Mantar gibi dünyada küratör ürüyor…

Daha Fazla

Ortaçağ Felsefesi Notları – I

Felsefe, öyle denilebilir ki, insanın en büyük ve en eski başarısıdır. Bundan dolayı onun tarihi de başka herhangi bir bilgi veya bilimin tarihinden daha eski, dahageniş ve daha kapsamlıdır. Felsefenin tarihini çeşitli pedagojik ve yöntembilgiselzorunluluklar yüzünden belli dönemlere ayırmak bir gelenek haline gelmiştir.Bu bakımdan, bu geleneği takip etmek, felsefenin tarihini anlamak bakımındanuyulması gereken bir kural olmuştur. Bununla birlikte böyle bir bölümlendirmeninfelsefenin tarihi demek olan soru ve sorunların da bölümlenmesi anlamınagelmediğini ayrıca belirtmek gerekir. Zira tarihsel bölümlendirme, meselelerinbıçakla kesilir gibi sona ermesi demek değildir. Meseleler devam etse de dönemleribelli tarih aralıkları içinde anlamaya çalışmak neredeyse bir “olmazsa olmazkoşul” (conditio sine qua non) olmuştur. Felsefe, tarihi içinde kendi problem sürekliliğine(philosophia perennis) her zaman sahip çıkmıştır. Bu bakımdan, sözgelimi, Renaissance (Rönesans okunur) döneminin tarihsel aralığında kalmasınakarşın Suarez bir ortaçağ filozofudur. İnsan olmanın görevini yerine getirmek için kalkıyorum. Öyleyse bunu yapmak için doğduğum ve bu dünyaya bunu gerçekleştirmek için getirildiğim şeyi yapmaya gideceksem bundan neden rahatsız olayım ki? Yatağıma uzanıp battaniyemin altında sıcacık kalmak için mi var edildim ki?”-Marcus Aurelius Ortaçağ felsefesi hakkında dile getirebileceğimiz bir başka durum, bu döneminiçinde ele alınan Latince yazan isimlerin neredeyse tümünün kendilerini filozofolarak değil, fakat ilahiyatçı olarak görmeleridir. Onlara göre filozof, antikçağdayaşamış ve yapıtlarını kaleme almış olan Platon ve Aristoteles’tir. Ortaçağfilozoflarına göre felsefe, dinin hizmetinde (ancilla theologiae) bir etkinlik olarakgörülmektedir. Elbette bu durum da Ortaçağ gibi bin yıllık bir süreç içinde anlamayaçalıştığımız dönemin bütününe yayılacak bir belirleme olamaz. Bununlabirlikte, en azından ilk beş yüz yıllık dönemde bu anlayışın hüküm sürdürdüğünü söylemek abartı olmayacaktır. Ortaçağ, felsefe tarihi açısından son derecede önemli ve zengin içerikli bir dönemdir. Eskiden karanlık dönem olarak adlandırılmasına karşın, son elli yıldır giderek artan bir ilgi sayesinde Ortaçağ Felsefesi artık daha aydınlık bir dönem olarak karşımızda durmaktadır. Zamansal olarak Ortaçağ Felsefesini Augustinus (354-430) ile başlatabiliriz. Bu dönem, St. Thomas’lı Iohannes (1589-1644) ile son bulmaktadır. İlki ile ikincisi arasında, felsefi olarak ve ilahiyata dair pek çok benzerlik bulunduğunu söylemek mümkündür. Başka kelimelerle ifade edecek olursak, bu bin yıllık süreçte ele alınan felsefi meseleler, bir miras devralma titizliği içinde irdelenmiştir.Felsefe tarihinin belki de en önemli ismi olan Platon M.Ö. 348’de öldü. Onun ölümünden sonra bir süreliğine Aristoteles Yunan felsefesi üzerinde etkili olmuştur. Bununla birlikte, Yunan felsefesinin etkili olduğu ve genellikle pagan düşüncesini resmeden anlayış, yaklaşık olarak üçüncü yüzyılda sona erdi. Başka türlü ifade edilecek olursa, Platon gibi bir büyük ustanın büyük ölçüde etkisi altında bıraktığı bir dönem, bu sefer onun adıyla anılan ve Plotinos’un kurucusu olduğu düşünülen Yeniplatoncuğa yerini bıraktı.204 veya 205 yılında Mısır’da, büyük bir olasılıkla Lycopolis’te dünyaya gelen Plotinos’un en önemli kazanımlarından biri, onun Ammonius Saccas’tan dersler almasıdır. Kendisinden sonraki bütün felsefe tarihini derinden etkilemeyi başarmış olan Plotinos, bir taraftan Yunan spekülatif düşüncesini diğer taraftan da Hıristiyanlığın temel ilkelerini biraraya getirmeye çalışmış ve bu alanda ciddi bir başarı elde…

Daha Fazla

Sanatın Zamanı Çıktı!

“Sanatın Zamanı”, bir modernizm ve sanat incelemesi olmasının yanı sıra modernlik olgusunu sanat hayat ilişkisi açısından sıkı bir şekilde masaya yatıran bir çalışma. Modernizmin konuları cinsiyet, kapitalizm, popüler kültür, Avangard ve kiç tartışmaları çağdaş sanat yapıtlarının izleğinde konuya eleştirel bir dinamizm getiriyor. Yoğun siyasal, tarihi bir dönemden geçen dünyanın şekillenme süreçlerinde sanatın ilerici kavramlarla birlikte oynadığı rol; sanatçı, yazar ve filozofların gözünden irdelenirken sanatın içinde var olduğu toplumla birlikte teorik ve pratik olarak değişen, sosyal bir kategori olarak ele alınması bu çalışmanın asıl amacını oluşturuyor.Eugène Delacroix, Marcel Duchamp, Piet Mondrian, Barnett Newman, Pablo Picasso, Jackson Pollock, Joshua Reynolds, and Andy Warhol; Charles Baudelaire, Walter Benjamin, Pierre Bourdieu, Clement Greenberg, Immanuel Kant, Karl Marx, Jean-Jacques Rousseau, ve Friedrich Schiller gibi isimlerin filozofileri üzerinden sanatı, canlı ve çok boyutlu okumalarla katmanlaştırma çabası, deneyimin ötesinde zihinsel ve tinsel çağrışımları harekete geçiren bir işlev görüyor. “Sanat yazımı genellikle sanatı “gündelik yaşam” ile karşılaştırır. Bu kitap, sanatı modern toplumun gündelik yaşamının ayrılmazbir parçası olarak inceliyor; sınıf ve sınıf çatışmasını temsil eden materyaller, cinsellik ve cinsiyet üzerine düşünme fırsatları sunuyor ve modern sanayi ile ekonomik ilişkileri araştırıyor.Bildiğimiz anlamda sanat, tüm toplum biçimlerine özgü değildir;bizim toplumumuza özgüdür. Sanatın ne olduğu, insanlarınsanatın görevleri hakkındaki kavramlarıyla değişir; bu kavramlarda sosyal tarihinin bir parçasıdır. Toplumun tarihi, sanatı dışarıdanşekillendirmez; sanatçıların sanatı yapmanın ve düşünmeninyeni yollarını bulma çabalarını içerir. Art in Its Time adlı eserdeki makaleler, sanat teorisinin ve tarihinin merkezi kategorilerinieleştirel bir şekilde inceliyor. Somut vaka çalışmalarına dayalı biranlama biçimi öneriyor; bu bağlamda on sekizinci yüzyılın yücelikve güzellik teorilerindeki cinsiyet içeriği, estetik “aura” üretiminde fotoğrafın rolü, siyasi sanatın sınırları ve sanatın, ticari kazanç düşünmeden kendi başına takip edildiğinde en yüksek fiyatlı nesneleri üretebilme paradoksunu araştırıyor. Kapitalist toplumdasanatın yerini anlamak için alışılmadık derecede geniş bir tarihsel kaynak ve teorik perspektif yelpazesi kullanan Art in Its Time, sonsanat tarihi ve teorisinin birçok çıkmazından bir çıkış yolu sunuyor.” 12 Sanat- hayat deneyimi Avangard ve Sanat ilişkisi içerisindeideolojik açıdan birçok kez irdelenirken kuramsal boyutta sanatçıve filozofların bir araya geldiği bir okumayla anlaşılması bu kitabıngerçek amacını oluşturuyor.Sanatı tarihi ve felsefi yönleriyle birlikte düşünmek, hayatıniçindeki karşılıklara kendi öznelliğinizle cevap verdiğinizde gerçekleşiyor.Sanat ne sadece kuramsal bir serüven ne de sadecesanatçıların izi sürülerek yapılan bir okuma çalışmasıdır. “Sanat,pratik bir öznellik deneyimidir”. Birden çok okumalar ve öznel değerlendirmelerlekatmanlaşan bir özellik göstermektedir. Modernçağı bu katmanlı okumalar olmadan, zihinsel ve tinsel farkındalıklarıgörmeden bir kanıya ve bir kanıta ulaşmak neredeyse imkânsızgibi gözüküyor. Sanat gücünü bu tinsel deneyimden almaktadır. Oyüzden sanatın gücünü kavramak çin gözün deneyiminin yanı sıraderinlikli bir plastik filozofi zihnini canlı tutmak gerekir. Bu, eleştirel zihinle her türlü kaynağa ve kavrama ulaşıp içindeki özü almaya çalışmakla mümkündür. Bu okumaların başında bize yüzlerce kaynaklasunulmuş içinden hala geçtiğimizi düşündüğüm modernizmve modern sanat geliyor. Modern sanat, bu oyunu açıkça oynasa dahi bazı gizli kalmış, hayatadair etkiler sayesinde her…

Daha Fazla

Bir sevda uğruna çabalar: Sezer Tansuğ

ARŞİVDEN “Param yoktu, varlıklı bir ailenin de çocuğu değildim, öyle aileden varlıklı sanat tarihçilerinin yapabildiği gibi dünyayı, ülkeleri ve müzeleri yoğun biçimde gezemedim, dia arşivi yapamadım, bunun üzerine ben de kuvveti kalbe verip eleştirmen oldum”. Ciddi bir sanat tarihçisi nitelikli bir eleştirmen de olunca; bu özelliklere kişisel beceri ve çalışkanlık da eklenince ortaya Sezer Tansuğ’un portresi çıkmış oluyor. Bu nedenlerden dolayı onun eleştirmenlik ve yazarlık kapsamında ürettikleri de kalıcı olacaktır. İnanabilinecek tek eleştirmendi. O tekti. Yaşamında da tekti; dürüsttü, mertti, duygusaldı, duyarlıydı, kavgacı ve mücadeleciydi. Bu özellikleri taşımayan biri, zaten nasıl eleştirmen olabilirdi ki. Kuru ve yavan kimlikli sanat tarihçilerinin kitap yazmadığı, öğrencileri yönlendiremediği bir dönemde, onun kitaplarından çok şey öğrenildi. Aslında tipik bir ayaklı kütüphaneydi Sezer Tansuğ. Biraz aykırıydı, ayrıydı, belki de sıra dışıydı diğer insanlara göre. Fakat öyle olması gerekiyordu ve onun mizacına da bu yakışıyordu. Basit ve sade bir yaşamı vardı, bu halinden de hiç şikâyetçi olmadı. Süresiz yayınlarında iki yönlü bir yazar portresi çizmiştir. Bunlardan biri araştırma, inceleme ve eleştiri türündeki dergi, gazete, vb. yazılarının bir araya gelmesiyle- Eleştiri’de Duyarlılık Çağı, Herkes İçin Sanat, Karşıtı Aramak vb.- oluşan bir gruptur. Örneğin Eleştiri’de Duyarlılık Çağı isimli kitabında 60’lı yılların sonlarından başlayarak, 70’li yılları da içine alan bir yelpaze dahilinde, ciddi eleştiri yazıları yer almıştır. Denilebilir ki toplama yazılarından oluşan en nitelikli kitabıdır. Çünkü Tansuğ’un eleştirmen yapısına dair, ciddi ipuçlarını bu kitapta buluruz. Kitaptaki etkileyici vurgulardan biri: “Aşktır benim sözlerim, söylediklerim özneldir, mutlak biçimde kimseyi bağlamaz beni bile”. Bu cümlesinde, tüm kitabın özü saklıdır. Özelliklerinden bir diğeri ise teorik içerikli kitaplarının oluşturduğu gruptur. Bu grup içinde Çağdaş Türk Sanatı, Resim Sanatının Tarihi, vb. kitapları yer alır. Belki bu kitaplarda çok bilimsel sözler edilmemiştir, fakat buna rağmen öğretici yönü kuvvetli yayınlardır. Bu tarz kitapların olmadığı bir ülke toplumunda, yazılan bu kitaplar birer altın değerindedir. Bir de bu kitaplar göstermektedir ki, Sezer Tansuğ sanatla ilgilenen insanlara sürekli bir şeyler sunmak istemiştir ve bunu da başarmıştır. Doğaldır ki her yapılan şeyin eksiklikleri olacaktır. Bu eksiklikler de geriden gelecekler tarafından şüphesiz giderilecek ve çıkacak yeni çalışmalara da öncü olacaktır. Nitekim de olmuştur. Azmi ve kararlılığı, insanlara örnek olmuştur. Dile getirilmeye çalışılanlar, sadece Sezer Tansuğ’a ait çabaların bir anahattı olabilir. Bunların dışında, üniversitelerde verdiği dersler, katıldığı konuşmalar, hatta benimsediği galerilerde yaptığı hararetli tartışmaların hepsi plastik sanatlar ortamımız için çok yararlı olmuştur. Tansuğ tam bir otoriteydi. Dili tartışılırdı ve genellikle söyledikleri hep olay yaratır, gündemde kalırdı. Bütün bunların nedeni ondaki sanat düşünürü yeteneğiydi. Tanrı ona bu özelliği sunmuştu ve o da kendisine sunulan bu özelliği yetkinleştirip, toplumuyla paylaşmaya çalıştı. Böylece toplumsal gerçekçi geçinenlere iyi ve doğru örnek oldu. Bu düşünür yanını, yazılarına attığı başlıklardan tutunda, yine yazılarının içinde kullandığı deyimlere kadar ortaya koymuştur. Onun söylemek istedikleri, gerçekten ona ait olan bir deyim dünyasında gizliydi Tansuğ’un eleştirel tarafı…

Daha Fazla

Semra Göney Görüşme

Evrim Sekmen: Uzun süredir sanat hayatında olan ve düzenli sergiler açan bir sanatçı olarak resim yolculuğunuz için içsel bir edimle hareket ediyor diyebilir miyiz? Semra Göney: İçsel olduğunu düşünüyorum. İlkokul hocamla başlayan ve lisede devam eden bir süreçti. Okuldan eve geldiğimde rahatlamak için resim yapardım. Şimdi bakıyorum soyuta yakın işlerin peşinden koşmuşum. Hocam fayansa bir resim seçin dediğinde Matisse’in soyutlamacı mavi nü kadın silüetini seçmiştim. O yüzden bu yolculuğun içten olduğuna inanıyorum. E.S: İlk bakışta kolay iletişim kurulamayan soyut resmin sizi zorlayan yanları oldu mu? S.G: Zorlu evet yapmadan önce ve devamlı yapmaya başladığınız zaman aslında onun ne kadar zorlayıcı olduğunu görüyorsunuz. E.S: Soyut resme isim koyma konusunda ne düşünüyorsunuz? S.G: Seyirciyi yönlendirmek istemediğim için isim koymadım. E.S: Tarih öncesinden ilk sanat örnekleri mağara resimleri, bir ideoloji olmadan yapılan resimler ve çiziktirmelerdi. Dinsel bir itkinin yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Semra Göney’in resimleri yaparken bu tür bir tutunma noktası bir inanma noktası var mıdır? S.G: Bir ruhsallık tinsellik arayışı var. Baktığın zaman bir his geliyorsa zaten o bitti gibi geliyor. Hiçbir zamanda bitmiyor benim için. Resme başlarken ön hazırlıkla veya transa geçmek gibi bir durumla başlamıyorum. İnsanın dinlerinin olduğuna inanıyorum. O yüzden her gün atölyede olmak, o işin başında olmak çok önemli. Her gün değilse bile bazı günler çok güzel işlerin çıktığını düşünüyorum. Bazen de hiçbir şey çıkmıyor. Söylediğiniz, belki de  mağaraya girmekle bağlanabilir. Sanatçı mağarasına girecek. Babam bir şey söylerdi. İş yeri olarak söylerdi. İş yeri mabediniz olsun. Atölyede mabediniz olmalı. E.S: 80’lerden beri sanat hayatının içinde bir ressam olarak Türkiye’deki sanat ortamını nasıl buluyorsunuz? Sanata olan ilginin artmadığını giderek azaldığını düşünüyorum. Çevreme baktığımda eskiden sanata daha fazla ilgi olduğunu görüyorum. Gençlerde sanata olan ilginin azlığı dikkatimi çekiyor. İnternetin elinin altında olmasıyla ilgisi olabilir. E.S: Tepegöz makinalarla duvara yansıtarak resim yapma bizde de dünyada da çoğaldı. Buna nasıl bakıyorsunuz? Asistan kullananları bile var. S.G: Bunu uçucu buluyorum. Bir süre sonra bu patlamada patlayacak. E.S: Soyut yaklaşım aslında daha içerik anlamda tin boyutunu taşıdığı için geçici bir iş değil diğer türlü usta ve zanaat ilişkisi yönünden titiz inşaa var ama tekniğe hapsolmuşluk da var. Sizin tekniğe bakışınız nasıldır? S.G: El alışkanlığının bazı şeyleri bütün resimlere koymak istemek gibi bir alışkanlık yaratıyor. Buna elin manipülasyonu diyebilirim. E.S: Soyuta eğilimli bir sanatçı olarak geçmiş köklerinizden yararlanan bir sanatçı diyebilir miyiz? Geçmişle böyle bir bağlantınız olabilir mi? S.G:  İnsanın birikimleri var insanın bünyesinden yansıyordur yaptığı işe. Görsel Birikimlerimiz var. Üzüldüğüm şey ben soyutla ilgili olarak insanlar bir şey anlamadıklarını söylüyorlar. İnsanın kendisini zorlaması gerekiyor. Görme alışkanlıklarından kaynaklanıyor bence. Enstrümantal parça gibi düşünüyorum nasıl sözsüz müziği seviyoruz anlamasak ta aslında müizikten resme resimden heykele giderek müzikten heykele bağlantı kuruldu. Müzik üst bir dil.  Örneğin Amorkfonlar serimde seyirci istediği gibi oynuyor. Hem izleyici hem sanatçı oynuyor. O güzel bir buluş olmuştu…

Daha Fazla

Hans Hofmann ve Ülkemiz Sanatı

Dünya savaşlarının politik ve sosyal yapıyı şekillendirdiği bir dönemde yapılan   felsefe  ve  sanat,  toplumsal yapıyı yorumlayabilmek ve sanatı özerk kılabilmek için sanatçılar üzerinden kendi savaşını vermiştir. Sonucunda siyasal ve toplumsal yapı  yeniden inşa edilirken sanatçılar hayatı, sanattan ayırmayarak yapıt üretmeye devam etmiştir. Politik sanat yapanlar, sadece muhalif bir ses olarak kalırken sanatın özerk alanı içerisinde düşünen ve felsefi boyuta geçebilen sanatçılar kalıcı olabilmişlerdir.   “Yeni” modernizmin içinde sanatçının  yeni eserler üretmesi veya dönemin sanatının dışına çıkmasıyla değil “yeni”yi kavramsal açıdan özümsemesiyle açıklanmıştır..  Fovizm, Kübizm, Fütürizm ve Dışavurumculuk gibi ilerici sanat hareketleri sanatın yeni rotasını belirlemeye başlamıştır. Soyut sanatın, kavramsal ve ilerici boyutu klasik sanatın durağan, kuralcı algısını yok ederek;  öznelliğe, yoruma ve bilimselliğe yer açmıştır. Soyut sanat, sadece bir sanat türü yerine sanat düşüncesi olarak sanatın özerk ve toplumcu yanını temsil etmiştir. Kandinsky’nin “Sanatta Tinsellik Üzerine” yapıtı bu dönemde sanatın maddi ve gerçek dünyadan kopuşunu yüceliğini, romantizmin köklerinden beslenen bir zihni yeniden inşa etmiştir. Edebiyat, müzik kültürü çok iyi olan Kandinsky, Münih’teki eski evlerin renkli dekorasyonunu inceleyerek insanların coşkun duygularını duvarlara taşıdığını görmüştür. Soyut sanata tinsel  ve yapısal anlamda müzik ve edebiyatı içeren yeni bir varlık kazandırmıştır. Soyut sanat, kapitalist bir dünyanın kurulmaya başladığı bir yüzyılda insanın içsel doğasını  felsefi boyutuyla tuval yüzeyine taşımıştır. “Sanat bilimi” Kandinsky, Paul Klee gibi usta sanatçılar tarafından Bauhaus sanat Okulu’nda teorik hale geliyor ve bilimsel koşullara kavuşuyordu. Sanattaki bu öğretileri öğrencilerine gerçek bir eğitimci rolüyle benimsetmiştir. Hans Hofmann, Münih sanat ortamından aldığı etkilerle kendi yarattığı biçimsel ve tinsel bir senteze kavuşmuştur. En önemli özelliği ise yeni dışavurumculuk akımını Amerika’ya taşıyan ressamdır. Bu yazıda Özkan Eroğlu’nun “Hofmann Atölyesinde Çalışan Türk Ressamları ve Türk Resmine Katkıları” doktora tezi’nden hareket edilmiştir. Tezde, Hofmann’ın  yaşamı  ve sanat felsefesi  izleğinde Hofmann Atölyesinde eğitim alan dört Türk ressamın sanatsal yaratcılıkları ve Hofmann’ın sanatı  ile olan  ilişkisi anlatılmaktadır.  Hofmann’ın en önemli özelliği Avrupa’da bulunan ilerici (Paris ekolü) kübizm, soyut dışavurum, inşacılık gibi hareketleri Amerika’ya taşımasıdır. Eğitim verdiği Türk ressamlarının da sanattaki ilerici öğretileri kavrayarak bu öncü resim anlayışını Türkiye’ye getirmişlerdir. Özkan Eroğlu tezinde dönemin düşünsel zemini ile beraber sanattaki bu ilerici boyutun kavranılması ve resmin aurasını oluşturan zeminin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili somut göstergeleri, yapılan yapıt okumalar ile beraber göstermiştir. Özkan Eroğlu Hofmann atölyesini özellikle Avni Çelebi ve Zeki Kocamemi resmi konusunda vurgu yaparak Türk resim sanatı tarihindeki yaratıcılık boyutunu estetik ve sanatçıların yaşamı boyutuyla beraber incelerken sanatın kavramsal ve düşünsel kaynaklarına dayandırıyor.  Türkiye’de Akademi’de eğitim aldıktan sonra Avrupa’ya giden ressamlardan Ali Avni Çelebi ve Zeki Kocamemi yaklaşık dört yıl, Mahmut Cuda bir buçuk yıl ve Cemal Tollu bir buçuk ay Münih’teki Hoffman atölyesinde öğrenim görmüşlerdir. Hofmann, ilerici sanat akımlarını (Kübizm, Fovizm, Fütürizm, Dışavurumculuk) eğitim verdiği sanatçılara da kazandırmıştır. Eğitim verdiği Türk ressamlarına da  Hofmann içi felsefi ve içsellik tınılarıyla dolu, dıştan bakıldığında biçimci…

Daha Fazla

Sanatça Tüketilmek-Doğukan Öztürkoğlu

Bir eserin zaman mefhumunu aşıp asırlar boyunca, nesillerin değişen zevklerine rağmen, önemini koruyarak kendini bir değer olarak ortaya koyması sadece o eserin yapımındaki kusursuzlukla veya biçemle açıklanamaz. Yapıt ancak tüketilemiyorsa bir başyapıt olarak kendine yer edinir; ne düşünme yetimiz ne de zaman gerçek bir eserin bütün derinliğini ifşa edip onu tamamıyla sindirmemize olanak sağlar. Sıradan düşünme alışkanlıklarımızı aşmaya davet ederek bize yeni görme olanakları sunan bir eser, biçem ve zanaat özgünlüğüyle buluştuğunda, olağanın dışına taşar ve karşısındakine tükenmezliğiyle meydan okur. Sanat eseri, görebilen ve düşünmesini şimdi ve burada olanla sınırlandırmayanlar için, yeni duygu ve görüş alanlarının keşfedilebileceği bir yolculuk davetidir. Bu yolculuktan herkes kendi duyumlama sınırına göre anlam çıkarır, bu estetik deneyimi herkesi kendi açıklığı ve isteği derecesinde dönüştürebilir. Bu bağlamda, sanat eserine tüketmek amaçlı, onu belirli kalıplara hapsetmek için yaklaşmak bizi sanata ve anlama kör eder. Aslında sanat eseri tarafından dönüştürülmeye ve şaşırtılmaya cesaret edebilmek, bir anlık da olsa tüketici olmaktan vazgeçebilmek gerekir sanata nüfuz edebilmek için.       Sanat tarafından dönüştürülmeye açık olan ve sanat eserinin yolculuk davetini cesaretle kabul eden Stendhal’ın Floransa gezisinde yaşadıkları estetik deneyiminin hangi uç boyutlara ulaşabileceğini göstermektedir: Sanat gerçekliğin olağanlığını kıran bir efsuna dönüşmüştür Stendhal’ın deneyiminde. Floransa’da uzunca kalma şansını yakalayan herkesin de deneyimleyebileceği gibi, bu şehir kişiyi sanata mahkûm etmektedir; kiliseler, sokaklar, müzeler, manastırlar, Arno nehrinin içinden sakince aktığı bu şehri turistlerin günlük gezileriyle hiçbir zaman tüketemeyeceği bir niteliğe bürümüştür. Güzel kavramı kendini sınırsızca yapıtlaştırmıştır Floransa’da. Bu şehirde biraz çaba harcayan, sanatı tüketmek beri dursun, sanat tarafından tüketildiğine kanaat getirecektir. Stendhal’ın 1817 yılında Floransa’ya yaptığı ziyaretle ilgili kaleme aldıkları işte tam da sanatın bizi nasıl bir kuyu gibi içine çekebileceğini gösteriyor. Parma Manastırı’nın yazarı, Santa Croce kilisesinden çıktıktan sonra, Floransa’da güzel sanatların yarattığı “ilahi hislerle” ve arzularla kendinden geçtiğini, kalbinin çok hızlı attığını ve içindeki yaşamın “tükendiğini” duyumsadığını yazmıştır gezi anılarında.[1] Kendinden geçmiş bir hâlde (extase) yürüyen ve “düşme korkusu” giderek artan Stendhal, çareyi çevredeki bir parkta oturup cebindeki şiiri okumakta ve dinlenmekte görür.[2] Hastalanan ve tükendiğini hisseden Stendhal’ın bu deneyimi sanat eserinin, gerçekliğin olağanlığını ve bilinirliğini kırdığında, nasıl rahatsız edici bir hissiyat yaratabileceğini gösteriyor.       Eserlerin rahatsız eden, hastalandıran, her zaman alışılagelmişe karşı çıkarak dönen tekere çomak sokan, kısacası sistemin döngüsünü durdurabilecek gücü, Adorno ve Horkheimer tarafından da saptanmıştır.[3] Sirenlerin dinleyenleri kendinden geçirerek geçmişe sürükleyen, düşünmeye iten ve öldüren efsanevi şarkıları üzerine düşünen Adorno ve Horkheimer, aydınlanan toplumda, bu mitolojik varlıklarla Yunanların değindiği anlamın ve duygunun sistemi durduran gücünün içi boş bir forma dönüştürüldüğünü ve böylece de tehditten arındırıldığını savunur.[4] Modern dönemin sanatı işte içi boşaltılan bu formdur: Artık dinleyici çok etkili bir müzik dinledikten sonra, Sirenlerin sesisini duyduğunda anlamın ve duyguların içinde kaybolan denizcilerin aksine, durmadan sistemin ona çizdiği yolda yürümeye devam edecektir, belki en çok ayakta alkışlayacaktır birkaç dakika için. Modern dönemin efendileri…

Daha Fazla

İKONOGRAFİ VE İKONOLOJİ YÖNTEMİNİ ANLAMAK…

Aşağıda sunduğumuz Bedrettin Cömert’e ait yazı (*), 20. yüzyılda ortaya konulan ve Alman Erwin Panofsky’ye ait “İkonografi ve İkonoloji” yöntemini basit ve yalın bir dille açıklamakta; bu yöntemi öğrenmekte zorluk çekenlere adeta bir reçetedir. Siz bu reçeteyi istediğiniz sanat eserine uygulayabilir, deneye yanıla kendi saptamalarınıza ulaşabilirsiniz. Unutmayınız ki her zaman başkaları kadar kendi saptamalarımız da önemlidir. (…) Sanat tarihinin yüzakını oluşturan eserlerin çoğunluğu, tarihsel ve kültürel ortamları içinde anlaşılmaktan öte, işledikleri konu bakımından açıklanmak ve anlaşılmak zorundadır. Bu eserlerde, sanatçı tarafından istenerek, bilerek konulmuş “anlaşmalı anlam” bulunmaktadır. Eserin değerlendirilmesi ve tadılması için her şeyden önce bu anlaşmalı anlamın bulunması, çözümlenmesi gerekmektedir. 1. Doğal anlam a. Olgusal anlam b. İfadesel anlam 2. Anlaşmalı anlam 3. Asıl anlam veya içerik 1. Doğal anlam Bir resimde gördüğümüz biçimleri, tanıdığımız kimi nesnelere benzetmekle; bu biçimler arasındaki ilişkileri belirtmekle, yani biçimlerin hangi hareketler içinde olduklarını saptamakla elde ettiğimiz anlam “olgusal anlam”dır. Belirli nesnelere benzetip adlandırdığımız, peşinden hangi hareketler içinde bulunduğunu saptadığımız; bu biçimlerin ifadesel niteliklerini bulmakla, eserin “ifadesel anlamı”nı elde ederiz. Bir duruşun, bir davranışın acılı veya sevinçli özelliği, bir çevrenin, bir ortamın bizde hemen uyandırdığı sakin, hareketli veya kasvetli hava, “ifadesel nitelik”tir. O halde “olgusal” ve “ifadesel” anlamlar, bize, eserin “doğal konusu”nu vermektedir. Örnek olarak, Michelangelo’nun 1508-1512 yıllarında resimlediği Cappella Sistina’nın tavanından bir freskoyu ele alalım. Önce, bu eserde gördüğümüz biçimleri, tanıdığımız kimi nesnelere benzetelim. Solda; bir kaya parçası, bu kaya parçasının üzerinde iki çıplak insan figürü (bunlardan soldaki erkek, sağdaki kadın, ortada bir ağaç, ağacın yeşil yapraklı dalı sol bölümde yer alıyor; ağaca sarılı bir yılan; yılanın üstünü çıplak bir kadın gövdesi ve başı oluşturuyor; onun hemen arkasında da bir kadın figürü) daha; bu kez giyinik ve sol elinde bir kılıç tutuyor. Sağda ise iki figür; ikisi de çıplak, soldaki erkek, sağdaki kadın. Şimdi, tanıdığımız nesnelere benzettiğimiz biçimler arasındaki ilişkileri saptayalım: Sol bölümdeki erkek figürü ayakta duruyor, sol eliyle ağacın dalından tutmuş, sağ eliyle de bir meyve koparmaya çalışıyor. Onun hemen yanındaki kadın figürü ise, dizlerini kıvırıp oturmuş, sağ yanıyla kaya parçasına yaslanmış, sol kolunu yukarı uzatmış, bakışlarını da kolunu uzattığı yere çevirmiş ve kendisine, kadın başlı yılanın sağ kolunu uzatarak verdiği meyveyi almak üzere. Ağaca sarılmış yılanın başını oluşturan kadın sağ koluyla ağacın dalını tutmuş, sol kolunu uzatmış, sözünü ettiğimiz meyveyi uzatıyor. Onun arkasındaki giysili kadın figürü ise uçar durumda; sol eliyle tuttuğu kılıcı, önünden giden çıplak erkek figürünün boynuna doğru uzatıyor. Bu erkek figürü ise, kılıcın darbesini önlemek istercesine, ellerini geriye çevirmiş, vücudunu hafifçe sol yana eğmiş. Yanındaki çıplak kadın, aynı korkuyu, başını elleri arasına almakla geçiştirmeye çalışıyor. Böylece Michelangelo’nun bu eserinin “olgusal anlamı”nı bulmuş olduk. “İfadesel anlam”a gelince; sol bölüm, doğadan alınma unsurların canlılığı bakımından, yaşayan ve diri bir ortam oluşturuyor; bu doğal unsurlardan yoksun olan sağ bölüm, hüzün dolu bir kuruluk ve…

Daha Fazla

JOHN HEARTFIELD VE AJİTE EDİLMİŞ İMGELER

John Heartfield[1], sanat tarihinde, Dada hareketinin Berlin ayağını oluşturan “Club Dada” sanatçıları arasında anılır. Berlin Dada hareketinin kurucuları ve sol düşünceye mensup sanatçıları arasında bulunan John Heartfield, basılı medya aracılığı ile sanatını ve politik yaklaşımının öznel tepkilerini olabildiğince özgün aktarma amacı güden fotomontaj çalışmaları ile tanınır. Bilindiği gibi, fotomontajı bir nesne olarak sanata sokan Dada sanatçılarıdır. Kübizm’de de görülen foto kolaj, Dada sanatçılarının elinde fotomontaja dönüşmüştür. Fotomontaj, Berlin Dadasının en belirgin yeniliğidir. Berlin Dada fotomontajı, yapıtta imge inşa ederken, imgelerin parça parça doğası içinde foto grafik ölçüdeki tutarsızlıkları kapsayan fiziksel bir süreci içerir. John Heartfield’ın fotomontaj düzenlemeleri, Alman dışavurumculuğu ile yalın toplumsal gerçekçi konuların birleştiği politik çalışmalar olarak bu gurubun içinde ayrı bir öneme sahiptir. John Heartfield’ın Berlin Dada döneminde doğrudan sanat kurumlarını hedef alarak savaşa ve sanatın geleneksel kurallarına karşı oluşturmuş olduğu çalışmaları, 1930’lu yıllarda ve sonrasında, kuruluşunun ilk günü üyesi olduğu Alman Komünist Partisi’nin (Kommunistische Partei Deutschlands, KPD) önerdiği ilkelerden hareketle ülkede artan ırkçılığa, Nazizmin yükselişine ve Hitler’e karşı sınıfsal bilincin uyandırılmasına giden politik bir eylem alanı olarak şekillenir. Gazete ve dergi gibi yaygın medya kanalları aracılığıyla yayımlanan yapıtlarında yer alan sloganlarla büyük halk kitlelerini, Nazi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei, NSDAP) ile beliren tehlikeyi görmeleri konusunda uyarır. Halkın büyük bir bölümünün ezilen, sömürülen bir gruba dâhil olduklarını görmeleri için devletin koruyucularının değerlerini alaşağı ederek iktidara ve onun toplumsal kurumlarına tek başına kafa tutar. [2] 1929 yılı sonrasında John Heartfield, Komintern tarafından finanse edilen “Resimli İşçi Gazetesi (Die Arbeiter-Illustrierte-Zeitung, AIZ)” için yaptığı fotomontajlara yoğunlaşmış; sanatı tema olarak daha basit ancak görsel olarak daha etkin hale gelmiş ve artık daha geniş bir kitleye ulaşır olmuştur. Bu sıralarda John Heartfield’ın politik yapıtları ve sanatsal yaratıcılığı en üst noktasına erişir. AIZ için yaptığı fotomontajlar, KPD‘nin politik gücü ele geçirmedeki aracı haline gelmiş, partinin 1930 ve 1932 yıllarında seçmen desteğindeki inanılmaz artışa ve partinin güveninin sesi haline gelmiştir.[3] John Heartfield’ın fotomontajları, Weimar Dönemi’nin politik sanatı hakkında en önde gelen örnekleri oluşturur. İçinde büyüdüğü Weimar Cumhuriyeti’ni şiddetle eleştirmiş olan sanatçının Almanya’da Nazi rejimi boyunca (1933-1945) çalışmaları yasaklanmış, siyasal otorite tarafından kendisi vatan haini olarak ilan edilmiştir. 1933’te Hitler diktatörlüğünden kaçarak Prag’a sığındığı dönemde AIZ için fotomontajlar üretmeye, 1938’de İngiltere’ye sürgüne gönderilene dek devam etmiştir. 1949 yılında ülkesi Almanya’ya geri döndüğünde Almanların çoğunluğunun diğer ülkelerden geri dönen Nazi karşıtı mültecileri ülkede istememeleri dolayısıyla zor günler geçirmiştir. İkinci Dünya Savaşı boyunca antifaşist bir sürgün olarak bulunduğu Londra’da olduğu gibi daha sonra ülkesi Doğu Almanya’ya dönüşünde de bir yabancı gibi yaşamak zorunda bırakılmıştır.[4] Sovyetler Birliği’nde Josef Stalin’in ölümünden sonra (1953) gecikmeli de olsa Yeni Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (Deutsche Demokratische Republik, DDR) değişiklikler başlamış ve “Batı Göçmenlerini” kapsayan kararlar geri alınmıştır. John Heartfield sanatsal ve politik olarak takdir edilerek, Alman Sanat Akademisi’nin (Deutsche Akademi der Künste, AdK) sürekli üyesi olarak kabul…

Daha Fazla