Bir eserin zaman mefhumunu aşıp asırlar boyunca, nesillerin değişen zevklerine rağmen, önemini koruyarak kendini bir değer olarak ortaya koyması sadece o eserin yapımındaki kusursuzlukla veya biçemle açıklanamaz. Yapıt ancak tüketilemiyorsa bir başyapıt olarak kendine yer edinir; ne düşünme yetimiz ne de zaman gerçek bir eserin bütün derinliğini ifşa edip onu tamamıyla sindirmemize olanak sağlar. Sıradan düşünme alışkanlıklarımızı aşmaya davet ederek bize yeni görme olanakları sunan bir eser, biçem ve zanaat özgünlüğüyle buluştuğunda, olağanın dışına taşar ve karşısındakine tükenmezliğiyle meydan okur. Sanat eseri, görebilen ve düşünmesini şimdi ve burada olanla sınırlandırmayanlar için, yeni duygu ve görüş alanlarının keşfedilebileceği bir yolculuk davetidir. Bu yolculuktan herkes kendi duyumlama sınırına göre anlam çıkarır, bu estetik deneyimi herkesi kendi açıklığı ve isteği derecesinde dönüştürebilir. Bu bağlamda, sanat eserine tüketmek amaçlı, onu belirli kalıplara hapsetmek için yaklaşmak bizi sanata ve anlama kör eder. Aslında sanat eseri tarafından dönüştürülmeye ve şaşırtılmaya cesaret edebilmek, bir anlık da olsa tüketici olmaktan vazgeçebilmek gerekir sanata nüfuz edebilmek için.
Sanat tarafından dönüştürülmeye açık olan ve sanat eserinin yolculuk davetini cesaretle kabul eden Stendhal’ın Floransa gezisinde yaşadıkları estetik deneyiminin hangi uç boyutlara ulaşabileceğini göstermektedir: Sanat gerçekliğin olağanlığını kıran bir efsuna dönüşmüştür Stendhal’ın deneyiminde. Floransa’da uzunca kalma şansını yakalayan herkesin de deneyimleyebileceği gibi, bu şehir kişiyi sanata mahkûm etmektedir; kiliseler, sokaklar, müzeler, manastırlar, Arno nehrinin içinden sakince aktığı bu şehri turistlerin günlük gezileriyle hiçbir zaman tüketemeyeceği bir niteliğe bürümüştür. Güzel kavramı kendini sınırsızca yapıtlaştırmıştır Floransa’da. Bu şehirde biraz çaba harcayan, sanatı tüketmek beri dursun, sanat tarafından tüketildiğine kanaat getirecektir. Stendhal’ın 1817 yılında Floransa’ya yaptığı ziyaretle ilgili kaleme aldıkları işte tam da sanatın bizi nasıl bir kuyu gibi içine çekebileceğini gösteriyor. Parma Manastırı’nın yazarı, Santa Croce kilisesinden çıktıktan sonra, Floransa’da güzel sanatların yarattığı “ilahi hislerle” ve arzularla kendinden geçtiğini, kalbinin çok hızlı attığını ve içindeki yaşamın “tükendiğini” duyumsadığını yazmıştır gezi anılarında.[1] Kendinden geçmiş bir hâlde (extase) yürüyen ve “düşme korkusu” giderek artan Stendhal, çareyi çevredeki bir parkta oturup cebindeki şiiri okumakta ve dinlenmekte görür.[2] Hastalanan ve tükendiğini hisseden Stendhal’ın bu deneyimi sanat eserinin, gerçekliğin olağanlığını ve bilinirliğini kırdığında, nasıl rahatsız edici bir hissiyat yaratabileceğini gösteriyor.
Eserlerin rahatsız eden, hastalandıran, her zaman alışılagelmişe karşı çıkarak dönen tekere çomak sokan, kısacası sistemin döngüsünü durdurabilecek gücü, Adorno ve Horkheimer tarafından da saptanmıştır.[3] Sirenlerin dinleyenleri kendinden geçirerek geçmişe sürükleyen, düşünmeye iten ve öldüren efsanevi şarkıları üzerine düşünen Adorno ve Horkheimer, aydınlanan toplumda, bu mitolojik varlıklarla Yunanların değindiği anlamın ve duygunun sistemi durduran gücünün içi boş bir forma dönüştürüldüğünü ve böylece de tehditten arındırıldığını savunur.[4] Modern dönemin sanatı işte içi boşaltılan bu formdur: Artık dinleyici çok etkili bir müzik dinledikten sonra, Sirenlerin sesisini duyduğunda anlamın ve duyguların içinde kaybolan denizcilerin aksine, durmadan sistemin ona çizdiği yolda yürümeye devam edecektir, belki en çok ayakta alkışlayacaktır birkaç dakika için. Modern dönemin efendileri sistemin duraklamaması için eskilerin yöntemlerinden çok daha öteye gitmiştir. Odysseus denizcilerin kulağına zavallı bir tıpa tıkayarak bulmuştu çözümü Sirenlerin şarkılarına karşı.[5] Bugün bizler sürekli kulağımızda tıpa ve gözlerimizde perdeyle gezmekteyiz. Aklı sadece belirli amaçlara ulaşmayı sağlayan bir araç olarak kullanmaya alışmış modern dönem insanları, sanat eserleri karşısındaki indirgemeci tutumu ve sınıflandırma merakıyla eserin aslında bir macera daveti olduğunu unutmuştur. Hatırlamalıyız ki, sadece bir zevk nesnesine indirgeyerek anında sindirmeye çalıştığımız eser aslında içinde dipsiz duyumlama imkânlarını gizliyor. Adorno ve Horkheimer her ne kadar sanatın içinin boşaltılmış ve tehditten arındırılmış olduğunu savunsalar da, dikkatli okuyucu fark edecektir ki, bir potansiyel olarak Sirenlerin çağrısı eserlerin içinde gizlidir. Belki de Stendhal işte bu çağrıyı duyabilecek kadar açtığı için duyularını fenalaşmış ve bayılmanın eşiğine gelmiştir.
Durmadan ve düşünmeden tüketmenin, hiçbir duygunun veya deneyimin sizi sarsmasına izin vermeden size çizilen yolu takip etmenin normlaştığı günümüzün gösteri toplumlarında, Stendhal’ın deneyimi anormal bir bozukluk olarak algınacaktır. Bunun için şaşırmamak gerekir ki, 1979 yılında psikiyatr Graziella Magherini Stendhal’ın deneyimini bir sendrom olarak tanımlamış ve Stendhal Sendromunu psikiyatri literatürüne kazandırmıştır.[6] İnsan duygulanımlarını hastalıklaştırarak (pathologisation) norm belirleyen ve bu norm dışında kalanları tedavi etmeyi şiar edinenlerin elinden Stendhal bile kurtulamamışken, bizlere hasta olarak adlandırılmamak için sanatı çok ciddiye almamak düşüyor. Para kaybedince düşüp bayılmanın normal karşılanacağı günümüzde bir güzellik deneyimi karşısında soluksuz kalmak bir sendrom olarak görülüyor. Sıkıca kapanmalı kulaklar öyleyse, Sirenlerin sesini duymamak için. Zaten günümüzün koşulları içinde özgün bir sanat deneyiminin nasıl mümkün olacağı belirsizdir, belki de Sirenlerin sesini duymamak üzere mühürlenmiştir kulaklarımız. Yavaşlamanın ve durmanın ölümcül bir günah gibi addedildiği ve sebepsiz bir hızlılığın en büyük erdemlerden biri olduğu günümüzün market ekonomilerinde, durup ve düşünmek, bir eserin duyularımıza işleyebileceği, bize yeni görme olanaklarını keşfettirebileceği zaman dilimini kaygısızca harcamak ne kadar mümkündür? Alışveriş merkezindeki tutumuyla müzedeki tutumu birbirinden çok zor ayırt edilen, eserlerin fotoğrafını çekmek için yarışan ve önünde durana ancak göz ucuyla bakabilenlere Sirenler belki de küsmüştür.
Günümüzde yaygın olan ve indirgemeciliğiyle göze çarpan, her varolanı metalaştırarak her üretime barkod koymaya çalışan ve aklın sadece bir hesap makinesi gibi kullanılmasına olanak sağlayan tüketim paradigmasında özgün bir sanat deneyimi yaşamak şüphesiz ki zorlaşmıştır. Ancak bu pradigmanın dışına çıkmaya çalışmak, sanatın özgünlüğünü keşfederek eserin bizi sersemletmesine ve dönüştürmesine izin vermek, indirgemeci tutumumuzu bir kenara bırakıp anlam ve duygu tarafından sarsılmaktan korkmadan eserle yüzeysel bir gösterinin ötesine geçen bir ilişki kurmaya çalışmak her zaman kişinin elinde ve imkânı dahilindedir. Bu bağlamda, 2011 ve 2014 yılları arasında Floransa’da ikamet eden Yannick Haenel’in anılarını kaleme aldığı kitabı, skandallarla ve krizlerle çalkalanarak umutsuzluktan başka ufuk öneremeyen bir dünyada, özgün sanat deneyiminin nasıl özgürlük yolu olabileceğini anlatmakta ve sanata yüzeyselliğin ötesinde yaklaşımların halen mümkün olduğunu göstermektedir.[7] Etkileyici üslûbuyla günümüz İtalya’sının yaşadığı zorlukların, göçmenlerin sessizce Akdeniz’de ölmesinin, geleceğe olan güvenin azalmasının ve ciddiyetini kaybeden siyasetin bayağılaşmasının yarattığı sorunlar sarmalını gözler önüne seren Haenel, Floransa’da yaşadığı üç yıl boyunca sanat eserlerinin rehberliğinde bir çıkış yolu arayarak, her şeyi belirleme uğraşındaki tekniğin kontrolünde geçen bir yüzyılda, kendine hür bir düşünme yolu aramıştır. İçinden çıkılmazlığıyla kişiyi sarıp sarmalayan tezatlıklar içinde, Floransa Haenel’e durmak ve düşünmek için bir vesile olmuştur.
Birçok eser üzerine uzunca düşünme imkânı bulduktan ve çevresinde olup bitenler hakkında gözlemlerini derinleştirdikten sonra, Haenel en önemli macerasını, onu “krizden çıkaran” ve ona yeni bir görme olanağı sunan estetik deneyimini, San Marco manastırında Fra Angelico’nun Tebliğ (l’Annonciation) freski karşısında yaşamıştır.[8] Benzer diğer fresklerin aksine ışık hüzmelerinin resmedilmediği bu eser, duvarını renklendirdiği manastır koridorunun sol tarafındaki penceresinden her sabah güneşin doğuşuyla süzülen doğal ışığı bir parçası kılarak karşısındakine eşsiz bir deneyim sunmaktadır. Daha şafak sökmeden konuşlanmıştır Haenel freskin karşısına. Yapay ışıklandırmanın yokluğunda, freskin içinde yüzyıllardır biriktirdiği ışığı nasıl dışavurduğunu, zifiri karanlığa rağmen nasıl usulca parladığını görmüştür. Doğan güneşle birlikte Gabriel’in Meryem Ana’ya ilettiği Tanrı’nın kelamı da kendine âdeta bir yol bulmuştur. Önce ışık sadece Gabriel’i aydınlatmıştır, Meryem Ana karanlıkta fark edilmemektedir. Daha sonra, ışık kuvvetlenince, Gabriel’in nasıl kör edici bir aydınlıkta kaybolduğunu ve Meryem Ana’nın doğal ışık hüzmesince aydınlandığı freskte yalnızlığıyla ve vakur duruşuyla Tanrı’nın sözünü nasıl karşıladığını gören Haenel, bu freskin karşısında geçirdiği birkaç saatte, Tebliğ olayını deneyimlediğini ve ancak müzenin yapay ışıkları sönünce kendini ele veren, freskin azametli dinginliğinden sızan gerçek ışığın ne kadar kuvvetli olabileceğini anladığını belirtmiştir.
Sanat eseri, Haenel’in deneyiminin de gösterdiği gibi, onu ciddiye alarak görmeye çalışanlar için yeni duyumlama ve anlama imkânlarını içinde saklıyor keşfedilmesi zor bir hazine gibi. Önce durmak ve düşünmek gerekiyor; belki ışıkları bile kapatmalıyız gerçek ışığı deneyimleyebilmek için, belki kulaklarımızı tıkamalıyız bitmeyen gürültüsüne çağın Sirenleri duyabilmek için. Belki de gerçek ışık bize dokunmasın diyedir bunca yapay ışıklandırma, Sirenleri duymayalım diyedir bunca gürültü. Bir an için şaşırmaya ve tüketmek yerine sanat eserince tüketilmeye cesaret edebilmek gerekiyor yanılsamalardan ve “krizlerden” çıkabilmek için. Belki Sirenler yeniden konuşular. Duymak ister misiniz?
[1] Stendhal, Rome, Naples et Florence Tome II. (Paris: Éditions Delaunay, 1827), 100-104.
[2] Ibid., 102
[3] Theodor W. Adorno, Marx Horkheimer, Dialectic of Enlightenment. (Londra: Verso, 2010), 30-35.
[4] Ibid., 32.
[5] Homeros, Odysseia XII.173-176
[6] Graziella Magherini,La sindrome di Stendhal. (Roma: Ponte alle Grazie, 2003).
[7] Yannick Haenel, Je cherche l’Italie. (Paris: Éditions Gallimard, 2015).
[8] Ibid., 201-213