Modern Sanatın Yaratıcı ilk kökü
Doğa, içine aldığı varlıklarla sonlu bir döngünün, sonsuz karşılıklarını yaratmasından dolayı yüceyi tarif etmek de hem dünyevi, hem de öte dünyayı tanımlamaktadır. Doğanın içinde insan, sonlu bir varlık olarak geçici ve yok olmaya yazgılı oluşuyla doğar. Buna rağmen canlılar, doğanın içindeki bu örgütlenişe cevap vermek için düşüncenin kapılarını zorlamakta ve kendine orada bir yaşam tasarlamaktadır. Bu yaratıcı yaşam, tinin bir görüntüsü olarak kendini göstermektedir. Yaratıcı yaşamın, yaratıcı güçten kaynaklanması ise doğa-tanrı, tanrı-doğa ilişkisindeki derin felsefeyi çağrıştırır. Bu soyut düşünce denizinden geçebilen kişiler, tine yaklaşmakta ve orada döngüyü devam ettirmektedir. Doğanın döngüsünden, kendi fiziki yapısının döngüsüne geçişte, doğadan kaynaklı bu duyumları görebilenler, kendi yapay hayatlarında doğanınkine benzer bir ritmi aramaya çalışırlar. Doğadaki yüce, hayatı da anlamlandıran ve ören bir dışsallık yaratmıştır.İnsan dinsel hakikatleri akıl ile yorumlamaya ve aklıda özgürleştirmeye başladıktan sonra tüm felsefi ve sanatsal kavramlar yerine oturmaya başlamıştır. Aklın, sanat yapıtlarının yaratıcı güçten doğan yapılarının yaratıcılık içermesi meselesini tine bağlamıştır. Sanat tini sayesinde yapıtların soyut evreninden kaynaklı fiziki keşifler aklın tinden kaynaklı göstergeleridir. Sanatçının tinsel olanla kurduğu manevi boyutu, onun seçimlerini ve yaratıcılığını biçimlendiren bir varsıllık sunar.
İnsanın doğadaki yönelimi, ilkel insandan bu yana deneyimle gerçekleşir. Duyularımızla hareket ettiğimizde bir deneyimin içine savrulmuş olup bu duyusal deneyimin, içsel olanla ilgili karar mekanizmalarıyla kendi benimizi oluştururuz. Sanat yapıtlarının deneyimsel oluşu sanatçının, kendi benliğiyle gerçekleştirdiği deneyleridir. Çağrışımların sanatçıyı götürdüğü bir iç denizde ortaya çıkan sanatçının kendi doğasıdır. Bu itkiyle hareket ederek yaratıcı güce yakınlaşır ve ilişikte olduğu gerçeklikle ilgili başladığı yolculuğunu tamamlar. Bu sanat yapıtı, sanatçının içsel doğasından hareketli bir benlik sunumudur. Yapıtın yaratıcı bir özelliğe kavuşması sanat tinine olan yakınlığı ile beraber sanat yapıtının sanat bilgisi ile sınandığında elde ettiği sonuçlarıda kapsar.
Uygarlık düşüncesi, insanla anlam bulurken, insanın bu hareketin içindeki ahlaki ve tinsel durumları, zihninin bir yansıması olan dünyanın düşünülmesi fikrine bizi götürmektedir. Bu zihinsellik, kültürel ve sanatsal birikim içinde temsil edilmeden önce bilgiye ve deneyime dayalı olgularla bir arada sanat öncesi uzamda bir tasarımı canlandırır. İnsanın var oluşundan beri onunla olan iradesi ve arzuları sayesinde bu tasarım, sonunda inşacı ve romantik görüleriyle yüzleşmeye bizi götürür. Sanat yapıtı, oluşmadan öncesinde geçirdiği süreçlerin izlerini taşıyarak uzam içinde biçimlenmeye devam eder.
Her hangi bir doğal oluşumdan, yapıt yapısına doğru gelişen evrilme, aklın ilkeleriyle kendine bir imgelem zinciri kurar ve doğal olandan insani olana doğru gidişte bir dönüşüme sahne olur. Doğayla olan insanın macerası, aklın üstünlüğünü yanına alarak başlamıştır. Biz bu soyutluktan somutluğa evrildiği yer olan sanat yapıtları üzerinden hareket etmeye çalışacağız. Yalnız temelde o hareket noktasına gelme, nedenimizin de neye dayandığını göstermesi açısından uygarlık tarihi ve sanat tarihi bilgileri aydınlatıcı bir kaynak olarak her zaman yanımızda olmalıdır. Felsefe, daima yararlanılacak bir kaynak olarak geçmişin tüm birikimine yaklaşmayı gösteren bir yöntem önermektedir.
Doğanın bilgisini, yaratıcı gücün yansımasında gören kişinin, tek bir doğrudan ve tekçi bir bakıştan dünyayı doğru bir şekilde görmesi mümkün değildir. Bilimler oluşana değin dünya ham bir halde adeta doğasını yaşayan büyük bir kütleyken, insanın devreye girmesiyle düşüncenin ve hayal gücünün ortaklığında gizemli bir kara parçası olmaktan kurtulmuştur. Aklın tayin ettiği bir hayal dünyasının karşısında, akıl dışı bir düşünce biçimi yaratılıyordu. Bu iki dünyanın arasında anlam bulması ve zihnin daha derine ve uzaklara gitmesini sağlayan sanat düşüncesi aklın sınırlarının belirlenmesinde ve yaşama dönüşmesinde önemli bir başka bir akıldır. Sıradan ve işlevsel olandan kurtulmanın yollarını göstermiş, düşüncenin ve duygulanımın uzamını genişletmiştir.
Bilimlerin görünen dünyanın hareketlerini ve bileşimlerini ölçme metotlarıyla bir bilgi sistemi haline getirirken, tüm bu edimlerin ötesinde bir bilme biçimi olan sanat, doğadan aldığıyla bir belirlenim kurmuyor aksine, yaratıcı gücün ve düşüncenin katkısıyla sınırsız bir potansiyel üretiyordu. Başlangıcından sonunu tahmin edemediğimiz bir devinim, doğayla eş bir biçimler ve içerikler sunuyordu. İnsan, bu edimin elinde tanrıyla, insanla ve doğayla olan ilişkisini yeniden gözden geçiriyordu. Bir yapıt üreten kimsenin, insanın anlam arayışı ile ilişkili soruların peşinde olmadığını söyleyemeyiz. Bireysel bir çözümün peşinde olan bu yaklaşımın insanın hayal gücü ve yapma istenciyle birleşmesi sanatın sürekli özgün kalabilmesini sağlamıştır. Sanat hayata ve yaşama dair ürettiği içeriklerle önem noktası oluşturmuş ve eleştirel düşüncenin kökleşmesini sağlamıştır.
Sanatın, estetik bir algı boyutu olmasının yanı sıra, kuramı ve uygulamayı bir arada yürütebileceğiniz farklı bir algıya sahip olmayı gerektirir. Sanat bilincinin oluşmasına katkı sağlayan yapıtlar, duyuları üst seviyede olan, farklı bakabilme yetenekleriyle eser yaratabilen sanatçılara aittir. Sanat bilgisinden doğan bir sanat bilimi, sanatsal toplamın ortaya çıkardığı tinsellikleri yorumlamaya başlamakla sanatın görüş açılarını genişletir. Diğer türlü tarihsel bilgi yığınının sanat yapıtlarını tanımlamaktan başka bir edimi yok gibi gözükür. Sanatın bilinmez ve gizemli oluşundan kaynaklı her zaman akıl yoluyla kavranamayan varlıkların sanatı içerdiği gerçeğinin kabul edilmesi, sanatçıların bu kabulden çok önce, bunun farkında olup yaratıcılığı şekillendirmiştir.
Sanat tarihi bilimi, sanat felsefesi olmadan 19. yüzyılda yeni kurulmuş bir disiplin olarak bize önemli bir birikimi sınıflandırmıştır. Sanat tarihinin içinde çalışırken onun yaptığı dönemlere, üsluplara ait işaretlemeleri görmek, düşüncenin alanına giren yanıyla bilgisel anlamda sanat tarihi kültürünü izleyiciye vermek istemektedir. Oysa ki sanat tarihinin konusu, sanat yapıtları olduğu için onların bir kozmos yarattıkları Da Vinci’den beri bilindiği için sadece tarihsel düşünüşün bir parçası olamazlar. Sanat tarihçilerin de sanat felsefesiyle birlikte temel doğrular yerine, kendi zihinlerinden çıkan sentezi tartışarak vardıkları sonuçlar önemli olmuştur. Sanatı felsefe ve birikime kavuşturduğumuz sanat zihni ile düşündüğümüzde, onun psikoloji, sosyoloji gibi disiplinlerle de bağını kurabiliyoruz.
Sanat, insanlar için bir uyanış sağlamıştır. Bir yapıtın yaratılma sürecindeki zihni okumak bile ona etki eden iç ve dış faktörlerin neler olduğunu gösteriyor. Birbirleriyle çağrışım halinde, canlı bir takım ideler, sanat yapıtı içinde anlama kavuşuyor. Hiçbir şeye bağlı olmayan bir takım soyutluklar, zihnin onu kompoze etmesiyle sanat yapıtı denilen bütünlüğe kavuşturuyor. Sanat, doğası itibariyle ona bakan kişileri manipüle edip farklı şekillerde düşünmesini sağlayacak bir yapı üzerinden görülüyor. Aklın, gözden geçirdiği ilkeler sayesinde kavramlar yaratılmaya, hayatın dinamikleri takip edilmeye başlıyor. Sanatın küçük veya büyük ölçekte düşünceye ve sezgiyi işler bir doğasının olması sanatın, bütünsel anlamda tüm gerçekliğe ve hayali olana karışabileceğini gösterir. Bu da sanat kozmosunu aha da karmaşık ve gizemli yapmaktadır.
Birbirine karşıt veya olumlayan yapılarla ilerleyen düşünce izleği, sanat yapıtlarının bu olguya omuz vermesiyle bir anlam kazanır. Sınırsız sayıda kavramla sanatı teorik olarak ele almaya ve ondan kendine ait bir sonuç çıkarmaya eğilimlidir. Sanatın, soyut içerikleri felsefi izleğinin çepherini genişleten sınırsız sayıda dünyalar kurgular. Kozmolojik bir varoluş taşıdığından şüphe kalmayan sanat, dünyadaki görüntüleriyle karşıtlıklar arasında ilerler. Kandinsky’nin sanat evreninde olduğu gibi felsefesi sınırısız bir sınırlılığı, bilimselliğe ulaştıran bir teoriğe sahip olmasıdır. Kandinsky’nin kuramı olmasaydı sanata dair bu uzam ötesi, görünmeyen şeyler mistik bir belirti olarak kalacaktı. Oysaki Kandinsky’nin teorisiyle gerçekçi bir bilinç kazanmıştır.
Sanat, tarihi düşünsel dönemeçlerden geçerken kaynağından öyle bir zenginlik dışarı çıkmıştır ki bu zenginliğin kendi içinde yarattığı bir kozmosu vardır. Sadece oluşan büyük sanat dönemlerini bile düşünseniz eldeki yaratı birikimini tartmak kolay bir iş değildir. O nedenle sanatın tarihsel sınıflandırmaları bu birikimi tarif etmeye yetmemekte. Çünkü zengin bir kaynak birbiri içinden varsıllıklar doğurmakta adeta sanatla dış dünyanın içeriye tercümesi yapılmaktadır. Mona Lisa’nın bakışının dünyevi bir bakış olduğunu kim söyleyebilir. Sanatçının aurasından taşan ışıklı bir yol uzanmaktadır. Bu yolun farklı ziyaretçileri olan yaratıcı sanatçılar bu ırmağa farklı yerlerden gelen sularla çoğaltmışlar ve sanat içinde hayatı tayin edici bir yön vermişlerdir.
Sanat bilincinin Rönesans’tan beri kazandığı göz yetkinliği sonucunda kültürel bakımdan felsefi bir alanla iç içe olmak zor olmamıştır. Asıl zor olan bu değerleri kendi içinde oluşturamayan ulusların ne yapacağı, sanat tarihi içinde eleştirel bir konu olarak durmaktadır. Sanat tarihinin bu konuda tekçi bir bakış ortaya koyduğu öne sürülmektedir. Bu tekçi bakış sanatın klasik, salt bilimsel anlayışla görülmesinden kaynaklanmaktadır. Sanatın ve özellikle “Bir sanat”ın yaratılması konusunda ulusların sanatçıları kendilerine bir simge olarak görmeleri sanatla ulusal bir inşaya kişileri götürmüştür. Oysaki sanatın derin felsefi dünyasına girdikçe, her hangi bir ülkenin malı olup olmadığı anlaşılmaz.
Sanatçıların suyun yönünü değiştirircesine sanat yapıtlarındaki kuramsal yenilikler, sanat yapıtları arasında bağ kurulmasına yol açar. Sanat yapıtları biçimsel anlamda üç boyutlu veya daha farklı biçimlerde tuvale yansırken sanatın tinselliğinin yönlendirdiği yoldan gitmeye başlamıştır. İzlenimciliğin yaratıcı sanatı tanımlamasından sonra ötesinde her yapıt, tuval yüzeyindeki elemanların bir bütünlüğü içerisinde hareket eder durumda gözün onları izlediği gerçeğiyle hareket eder. Buna uymak için ışık ve renk değerleri ayarlanır. Bu sanatçının atölyesinde yapay ışıkla oluşturduğu tablolarının yerine doğada oluşan ışık titreşimlerinin doğadaki yaratıcı yansımalarıdır. Resimdeki renk hareket öğesini ve o güne kadar kullanılmayan boşluk ve doluluk öğelerinin kompozisyondaki değerini ortaya çıkarır.
Sanatçının atölyesi, sanatının nerede doğduğunu ve yaşadığını bize imgeleyen bir kurgu yaratır. Bir sanatçının atölyesi yarattığı kurguların derinliği ve oluşum şekilleri açısından sanatçının zihnini yansıtır. Sanatçının atölyesi, doğada olduğu zaman gözün evrelerini daha iyi takip edebilmekte ve düşüncenin içeriğini de daha iyi yansıtmaktadır. Atölye kavramı modernizmle daha iç mekan dış mekan ayrımından kurtulup düşüncenin ve sezgilerin dışavurulduğu bir deneyim alanı haline gelmiştir. Deneyimi nerede yaşıyorsak atölyede o olmaktadır.
Sanatçının atölyesinin tekrar doğadan içeriye taşınmasında sanat felsefi gözün, sanatçının kurguladıklarını resme taşımasından dolayısıyla kendi kurdukları atölyede çalışmak özgür bir yaratıcı sanatçı için zorunlu olmaktadır. Sanatçının doğasının ve öznelliğinin görünürlük kazandığı yerde, sanatçının kuramla olan hesaplaşması tuvalin önüne geçildiğinde uygulamacı bir yetkinliğe karışarak yaratıcı hale gelir. Kandinsky’de okunan ise klasik sanatın daha karmaşık bir yapıda eylemi ve düşünceyi odak noktası yaparak avangard sanatın doğmasına yol açmıştır. Sanatın dilindeki değişim kuramsal anlamda Duchamp gibi sanatçıların görünenin ötesindekini sorgulayan, sanatın ilişkileri kurgulayan taraflarını önemseyen bir yapıya kavuşmuştur.
Sanatın tarihselliği de bu noktadan sonra kopma noktasına gelerek adeta tarihin dışlandığı buna karşın sanat felsefesinin sağlam bir şekilde yerine konduğu bir sanat algısı oluşmuştur. Zamansal okumalar yerine, yapıt okumalarının çapraz bağları irdelenmiş, sanat yapıtını oluşturan farklılıklar ve ilişkili olgular öne sürülmüştür. Sanat tarihinin biçimselliği ve hikayeci anlatımı yerine, felsefi boyutun koyulduğu daha zor bir görme süreci izleyiciyi beklemektedir. Sanatın romantik, simgeci ve yapısalcı inşaları irdelenirken sanat kuramıyla alakalı bir boyut irdelenmekte ve irdeleyen eleştirmenin öznelliği ve dünya görüşünün ne olduğuyla ilgili filozofik yaklaşımı önem kazanmaktadır. Sanatçı filozof içeriği, sanat için gerekli olup bu kadar zengin birikimden sonra yapılacak sanat yapıtlarının genişliği açısından elzem görünmektedir. Diğer türlü kopya ve cansız biçimler olmaktan öteye geçmezler.
Türkiye sanatın bu ilerici hareketleri ve buna bağlı olarak kuramsal gidişleri konusunda sanat tarihçiler tarafından açık seçik bir görmede bulunulmadığını biliyoruz. Sanatın uygulamacı boyutundaki birçok eksiğe rağmen adım adım ilerleyen bir sanat olgusu bulunmakta. Bu konudaki yavaşlığa sebep olarak doğulu bir toplum oluşumuz gerekçe gösterilmiştir. Batı ile doğu arasındaki karşıtlığın, yaratıcı düşüncenin eksik ve uygulamacı boyutuyla bilimselliğe kavuşmaması gerekçe gösterilmiştir. Bu eleştirel düşüncenin eksik oluşu yapıtların konumlandırılmasında ve hatalardan ders alınarak irdelenmesinin önüne geçmiştir. Eleştiri tam anlamıyla oluşamamıştır.
Türkiye’nin elinde bulundurduğu kültürel zenginlik ve melez yapılar düşünüldüğü kadar bir birikim yaratmamıştır. Bu güne kadar yaratılan sanat zinciri üzerinden Türkiye’nin sahip olduğu bir sanat tarihi ve felsefesi olgusunun varlığından bahsetmek zor gözüküyor. Sanat tarihi yazımı ise ciddi bir şekilde sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla birlikte bir sanat tarihi, disiplini içerisinde yaratılamamıştır. Tarihsel olmanın içinde sıkışmış, başkasının kullanabileceği bilgilerin yoruma kavuştuğu canlı bir mekanizma haline gelememiştir. İdeolojik görüntüde modern bir inşaya araç edilen sanat politikası dışında, sanatın oturduğu bilimsel bir sanat tarihi okuması tam olarak yapılamamıştır.
Eleştiri olmadan sanatın ilerlemesi mümkün olmadığından sanat hep eleştirisizlik zemininde ideolojik bir araca dönüşmüştür. Bu tıkanıklığın sonucu olarak kültürel yozlaşmanın ve tıkanmanın yol açtığı toplumsal hasarlar da düzelememiştir. Türkiye’de sanat yapıtını bilen, okuyan ve onun ilişkide olduğu gerçekleri bilen kişiler yok denecek kadar azdır. Kültür boyutunda topyekün verilmesi için başlatılan mücadele yarım kalmıştır. Bu mücadele verilmeden ilerleme olmayacağının bilincinde olan sanatçılar çıkmıştır. Sanatı kuramsal anlamlarıyla gören ve öznelliğiyle yaratıcı yapıtlar ortaya koyan sanatçılar sanatın yaratıcı kaynağını, felsefesini bilerek bir bilinci taşımıştır.
Avni Lifij, yarattığı eserlerin dokunduğu çağdaş eğilimleriyle önemli bir örnek olarak ülkemizde yaşayan, yaratıcı sanatçı bilincini hiçbir şekilde terk etmeyen öncü bir kişiliktir. O dönemin siyasal ve kültürel mücadelesinin yanında devrimci ve ilerici özellikleriyle sanatı zamanın zihniyle değerlendirmiştir. Avni Lifij, bu yönde sanat görüşü oluşmuş bir sanatçı olarak, çağındaki modern sanatçıların gördüğü plastik yapıyı görmüş ve bu modern yapıdan yayılan titreşimlerin yarattığı, sanatçı aurasıyla ilgilenmiştir. Fotoğrafı çok sevmesinden ve sürekli fotoğraf kareleriyle ilişkili oluşu plastik görmeyi denediğini gösteriyor. Böyle bir sanatçının önceliği her zaman sanatının ona verdiği olanaklarla, kendinden hareketle bir dışavuruma götürecek enerjiyi taşımasından anlıyoruz. Lifij, sanatının zihinsellik ve tinsellikle alakalı ortaya çıkan yeni fikirleri takip ettiğini, kendi gibi yurt dışına gönderilen sanatçılarda olmayan bir duyarlılığa sahip olmasından çıkarıyoruz.
Avni Lifij gibi duyumlarıyla hareket eden, içsel yapılarıyla, gerçeği birbirine koşut yürütebilen sanatçılar, hem dünya da hem de öte dünyada yer almanın verdiği ikili dünyanın bir görüntüsünü sunan ruhsallıklar taşırlar. Avni Lifij, sanatın kapsadığı bu ruhsal alanda eylemeyi kendine bir yaşam şekli olarak seçmiş, sanatın merceğinden hayatı ve kendisini görünür kılmak istemiştir. Avni Lifij’i yaratıcı sanatçı olmasının taşıdığı anlam zenginlikleri, bulunduğu ortamın ışıksızlığında gürültüye karşılık gelen bir ses gibidir. Lifij’in sesini duymamışlar, eleştirilerini kendilerine dönük değerlendirmişlerdir. Lifij’in sanatının plastik yapısı, onun zamanının ötesinde bir göze sahip olduğunu, zihinselliğini de Kandinsky’nin zamanın zihni kavramından aldığı görülüyor. Avni Lifij zengin ve kültürel bir sanat birikiminin zirve yaptığı bir dönemde yaşaması bu durumu tetiklemiştir. Zamanın zihnini dönüştürücü eylemleriyle büyük icraatlarda bulunan yaratıcı kimselerin yoğun bir şekilde bulunduğu bir zamanda Lifij’de bizdeki sanata karışmış ve oradan sanatı besleyecek kaynağa ulaşmıştır.
Sanatı hayatın içindeki heyecanla gören sonrasında bu heyecanın sözlerle ve tavırlarla yok edilişini de izleyen Lifij, eleştirel bir zihinle sorumluklarının peşini hiç bırakmamıştır. Kendi üzerine düşen görevi yapmanın rahatlığı içerisindedir. Kendi içinde sanatını şekillendirmeye, onunla içsel bağlar kurarak tinsellikle dolu bir yolda yürümeye çalışmıştır. Çevresindeki olgu ve olaylardan sanattan yeteri kadar yararlanılmadığı, dahası hüsrana uğrayan, çabaların yaşandığı bir toplum görüntüsü içten içe Lifij’i rahatsız etmektedir. Bu hissi, Avni Lifij’i dönemindeki diğer sanatçılardan ayıran önemli bir özelliktir. Bu özellik onu o dönemde bulunması zor olan bir sanatçı zihnine sahip olduğunu göstermekte, “Sanat Entelektüeli” olarak yaşayıp üretmesinin yaratıcı sonuçlarıyla bizleri baş başa bırakmaktadır.
Avni Lifij’in yaratıcı sanat çağrışımları, hayatı besleyen tözle ilişkili olmaya, yaratıcı sanat yapıtlarının okuma çalışması yapılmasına, sonuçta da doğruyu ve iyi aramaya bizi yönlendiriyor. Avni Lifij’i ona anlattığımız yaratıcı sanat ve kendisinin sanat entelektüel kişiliğinden ve yapıt yapısını çok iyi tanıyan yaratıcı özelliklerinden dolayı, yaşam denilen olgunun dönüştüğü karabasanın karşısına sessiz bir tanık olarak çıkması tesadüf değildir. Bu kişileri incelemek, yaşamın, sanatçı olmanın hakikatte ne olduğunu duyumsatması açısından çok önemlidir.
Ona anlattıklarımızı duymasını çok isterdik ama o zamanın yaşadığı bozulmayı, zamanın en ilerici adımlarıyla birlikte tarif ederken mutlu ve içten bir hayat sürüyordu. Yaşanan böylesi bir iflası idrak etmesi zor olabilir. Sanatıyla vardığı doruklar, hayatın ritmini bilen bir ressamın dışavurumları olarak bağırmayan bir ses tonuyla dokunmayı seçen bir elin gördüklerini bize taşımıştır. Resimlerine bakarken bugünkü durumdan hayıflanmamız, bu tinsel manzaralara ne kadar zıt bir imge dünyasına sahip olduğumuzun içten bir dramını yaşıyor olmamızdır. Önceki yapılanların bugünü de içeriyor olması bu durumu bir kısır döngüye dönüştürmektedir.
Avni Lifij’in yaratıcı sanatçılığında, bu belirsiz, gri gökyüzünün altında umarız yeni okumalara ve yeni oluşlara varacak bir sanat ortamını deneyimlemeye başlarız. Yaşamı düşünme biçiminin zengin bir auraya sahip olması ancak sanatla mümkündür. Sanat, sürekli taşıdığı düşünceler ve hislerle evrenin kozmosunu temsil edecek oluşumları hayatta tutar. Onun en küçük biriminden en yüksek seviyelerine evrenin inşa eden parçaları içerir. Sürekli yapıp, yıkmanın, sistem içinde yaşama macerasının tükendiğini, görebilme cesaretini göstermek için sanatı köklerinden yeniden diriltebilir. Devrimci bir aksiyonun parçası olmak yerine şuurlu ve derin hisli bir tavır alışın bir parçası olmak Avni Lifij’deki yaratıcı sanatçılığın bir özelliğidir. Ardından gelen, iyi insan, iyi sanatçı olmak ise yaratıcı sanat tinine ulaşmanın verdiği hazzı yaşayan bir sanatçının, tüm zamanlara örnek bir sanat yaşantısı sürmesinin her yerine sirayet etmiştir.