ROTHKO’da METAFİZİK

Itzhak GoldbergÇeviri: Nelly Güler Mark Rothko’nun (1903-70) soyut resmi keşfetmesi, ancak yıllar sonra olmuştur. Günlük şehir yaşamını konu alan ve bunun üzerinde yıllarca resim yapan ressamın bu formlardan ve teknikten sıyrılmasını konu eden sergiler bile düzenlenmiştir. Bunlardan en önemlisi Paris Çağdaş Güzel Sanatlar Müzesi’nde yapılmış bir Rothko retrospektifidir (13 Ocak-18 Nisan 1999).İlk bakışta tümünü algılamakta zorluk çektiğimiz, monokrom bir fon önüne simetrik bir şekilde üst üste yerleştirilmiş dikdörtgen formlar. Kenarları belirsiz, kıpırdayan formlar. Göz alıcı bir ışık arasından espasta kaybolan sınırsız peyzajlar. Rothko’nun klasik zamanına (1949-70) ait bir tuvalinden tanımladığımız simgeleşmiş detaylar. Aslında aynı strüktürdeki resimler, kendi içlerindeki çeşitlemelerle detaylara ayrılmışlardır. Her tuvalde form ile renk, figür ile fon, şeffaflık ile yoğunluk problemleri, kendine özgün bir şekilde çözümleniyor.Rothko, 1920’li yıllarda sanat yaşamına adım atar. İlk klasik yapıtlarını bu yıllarda sosyal temaları işleyerek ekspresyonist bir tarzda yapar. “New York’lu Ressamlar” okuluna katılır. Federal Art Project’e dahil olur. Bu nedenle 1920’lerin kriz yıllarını, daha kolay geçiştirir. Sanatçının bu devredeki realist resimleri diğer çağdaş Amerikalı ressamlardan daha farklıdır. İç mekanlar veya şehir yaşamını anlatan yapıtları donuk, durağan, sır saklayan figürlerle doludur. Derinliği olmayan espaslarda dikey ve yatay bantların içinde anonim, yüzleri belirsiz figürler, süzme ışıklar içerisinde eriyip giderler. Zaman zaman gri bir atmosfer içinde kaybolurlar.Rothko, şehrin metrolarını ve yer altı istasyonlarını resmetmekten hoşlanır. Kaotik insan topluluklarını ve geometrik yapılı bir evrenin içine suskun figürleri yerleştirir. Kabul etmek gerekir ki bu zamandan itibaren, ölüm ile ilgili takıntıları da başlamıştır. Yavaş yavaş günlük, basit figürlerden sıyrılarak, “evrensel trajik hisler” diye nitelendirdiği değişik yorumlara girişir. Nietzsche’nin “Naissance de la tragédie”sinin doğuşundan ve aynı zamanda Eschyle ve Kierkegaard’ın yapıtlarından etkilenerek, mit ve olağanüstü figürler dünyasına girer. “Antigone ou Sacrifice d’Iphigénie” gibi trajedilerde yer alan kimliklere değil de, oradaki mitlerin ruhuna ulaşmayı amaçlar. Sonucunda da şöyle der: “Her ne kadar Antik çağın mitlerine başvurmuşsam da, onları trajik kimliklerden çok, evrensel boyutlara ulaşan psikolojik semboller olarak görüyorum”Jung’un bilinçaltı teorilerinin New York’lu sanatçıları ne kadar etkilediği bir gerçektir. Plastik alanda ise Picasso etkilerinin görüldüğü çalışması; “Antigone, 1940” da ilginçtir. Aslında Masson, Tanguy, Ernst ve Miró gibi sürrealistler Rothko’nun gelişmesine ve parlamasına yol açmışlardır. İmajlar değişmiş, daha biomorfikleşmiştir. Tuvallerine bitki ve hayvan figürleri dolmuştur. Melez figürler, kaos içinde iyice fantastikleşmiş, doğurgan ve değişmiş bir dünyadan fışkırır hale gelmişlerdir. Bir su gezegeninde, şeffaf ışıklı bir ortamda deniz analarının, böceklerin, dolambaçlı yılanların yer aldığı efsanevi dünyasının içinde yer alır hale gelmiştir.Rothko için söz konusu fanteziler heyecan yaratır ama yeterli değildir. 1947 yıllarında tuvallerini her türlü çizgi ve formlardan arındırır. Onun için yeni form “renktir”. İki yıllık bir devre kapsamında “multiform” dediği tuval alanlarının üzerinde çalışır. İlk tuvallerindeki amorf figürlerde organik bir sürrealizm görülür. Yavaş yavaş onları yalınlaştırır. Simetrik bir şekilde tuvalleri bölen kompozisyonu yok eder. Buna karşılık tuvallerine ışık ve şeffaflık girer. Kadifemsi ve buğulu renkler,…

Daha Fazla

WINCENTY GAWRON “24 SAATLİK SAYIM”*Hüseyin Atilla Ölçer

Devrilseler bile düşmeyenler… Rakamsal ifadelerin oldukça fazla yer aldığı bir coğrafyada var olmak hayli iyi bir bellek gerektiriyor. Hele ki hem geçmişte hem günümüzde yaşananların rakamsal ifadelerini, sahne sanatlarından olan tiyatro ile anılması, var olduğumuz iklimde sanata ve kültüre bakış açılarını da hepimize hissettiriyor. Zira tiyatro performansını sunmak öyle kolay değil, çünkü size sahne de, salon da yok! Freedom House tarafından yayınlanan özgürlük endeksinin 2018 verileri uluslararası sınıflandırmada ilk kez “yarı-özgür” ülke statüsünden “özgür olmayan” ülke statüsüne düşürüldüğümüzü, 209 ülke ve bölge kapsamında 153. sırada olduğumuzu raporladı(1). Zaman, sayım, rakamlar çok çıkıyor karşımıza bu dönemin içinde. 2018 senesindeki 440 veya başka bir örnekle 2018 senesinde 1923 rakamları sadece birer sayısal ifade değil. Geride bıraktığımız yıldan biri kadınları, diğeri işçileri ifade ediyor. İstatistiğe birçok farklı konu ve konularda devam etmek zor olmasa gerek, biraz göz, biraz kulak, biraz bellek sahibiysek.24 Saatlik Sayım isimli bir tablonun varlığına ilk kez Aslı Erdoğan’ın kaleminden çıkan, basımı 2006 yılında gerçekleştirilen deneme yazılarının bulunduğu Bir Delinin Güncesi kitabındaki “Düşenler, Düşmeyenler” isimli yazısında tanık oldum. Ressamının bir mahkûm olduğunu o satırlarda öğreniyoruz. Kısa biyografisinden bir bölümünü internet çeviri programı ile toparlamaya çalıştım. Daha da katkı sağlanabilirdi elbette, önemli bölümleri ve çevirinin Türkçe anlamını bozmayan cümlelerini almaya özen göstererek paylaşıyorum. Wincenty Gawron (1908-1991), 28 Ocak 1908’de Stara Wieś’de doğdu ve 25 Ağustos 1991’de Nowy Sącz’de öldü. Varşovalı bir isyancı ve sosyal aktivisttir. Limanowa’daki devlet okulundan mezun oldu. Daha sonra Lviv’deki Devlet Dekoratif Sanatlar Okulu’nda ve ardından Krakow’daki Dekoratif Sanatlar ve Sanat Endüstrisi Devlet Okulu’nda eğitimine devam etti. 1935’ten itibaren Varşova’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nde grafik okudu. Orada, Stanisław Ostoja Chrostowski de dahil olmak üzere ünlü profesörlerin yönetiminde grafikler çalışarak sanatsal yeteneğini geliştirdi. Varşova’da Halk Sanatını Koruma Derneği’ne katıldı. 1939 sonbaharında II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra Polonya direniş hareketine katıldı. 1941’de Auschwitz toplama kampına sürüldüğü Tarnów’daki hapishaneye nakledildi. Kampta, portreler, desenler çizdi ve Auschwitz’in idaresinin isteği üzerine çeşitli nesneler tasarladı. Kamp döneminden edinilen deneyimler, Wincent Gawron’un resimlerinde, grafiklerinde ve çizimlerinde ifade buldu. Kampta kaldığı süre boyunca ve savaştan sonra yaratılan bu eserlerin birçoğu Auschwitz-Birken Devlet Müzesi’ne devredildi(2). İdarenin isteğine göre toplama kampının barakalarına gül desenleri çizdiğini yazının satır aralarında görüyoruz. Bir an olsun o atmosferi hissetmeye çalışırken, 24 Saatlik Sayım tablosunu merak edip aramalar sonucu görselini bulduğumda daha ilk anda tablodaki sert rüzgârın şiddetine maruz kalmamak imkânsız. İçerisinde bulunulan durumun acımasızlığı veya nasıl kategori edersiniz bilemem, fakat günleri gül desenleri çizerek, yarın bir daha göremeyeceğin insan çizimlerini yaparak, bir ertesi günün neler getireceğini bilemeden tablolar çizerek, her gün devrilseler bile düşmeyenlerden olmak için direnerek yaşamak. Mevsimin sürekli gri olduğu zamanlar dönemi. Kül kokusuna, isine, dumanına gül ile tutunmak. Çizerken dikenlerin tene batışını, açılan yaraların üzerine yeniden batışını hissetmek her gün. Okuduğum satırlardan etkilendiğimi de, bu satırları ifade etme nedeni olan yazıyı geçmişte…

Daha Fazla

Sistine’deki Mahşer Günü

Roma’da, Papa’nın Michelangelo’ya Sistine şapelinin duvarlarına “Mahşer Günü”nü yapmasını söylediği zaman, bu teklifi duymayan kalmamıştı. Tam o sırada, işe hiç umulmadık biri daha karıştı. Bu kişi, Avrupa hükümdarlarının ve sanatçılarının sevgisini kazanmış ünlü kişilik Pietro Aretino’ydu. Akıllı bir adamdı Aretino, fakat alaycı ve iğneleyiciydi. Büyük, küçük tanımaz, herkese tepeden bakardı. Küstahlıkla çevresine öyle bir çatardı ki, kimse onu ayıplayamaz ve kızamazdı. Ahlaksız kitaplar yayınlar, bunlardan sıkılınca da mektup yazardı. Bu mektupları, krallara, papalara, soylu kişilere gönderir ve bu iftira dolu yazılar elden ele dolaşırdı. Bu kişiyi durdurabilmek ya da olumlu şeyler yazdırabilmek için tek çare para idi. İşte böylece zevk ve ihtiras sahibi Aretino, rahat rahat başkalarının sırtından geçinebilmekteydi. Herkesin bir sanatla uğraştığı Rönesans çağında, edepsiz bir edebiyata sahip, şantaj gibi de çirkin eylemin iyi bir uygulayıcısıydı Aretino. Ondan, papa kadar çekinilirdi. Çünkü sahip olduğu çirkin yetenekler, insanı aforoz ettirecek kadar kuvvetliydi. Michelangelo, bir servet sahibi olmadığından, Pietro Aretino’nun dikkatini çekmemişti. Michelangelo, öylesine sinirli ve huysuz bir insandı ki, istenileni, önceden asla kabul etmezdi. Silik yaşamı, kimseye kendinden söz etmeyişi ve ciddi tavırları dedikoduya da yol açmazdı. Fakat sanatçı, kendine destek veren birkaç varlıklı insanla dost olunca, şantajcı Aretino’nun da ilgi alanına girmiş oldu. Aretino resimden ve heykelden anladığı için, Michelangelo’dan ne isteyeceğini iyi biliyordu. “Mahşer Günü”, Pietro Aretino gibi bir adamı muhakkak ki ilgilendirmezdi, fakat Michelangelo günün birinde Aretino’dan şöyle bir mektup aldı:“Dünyanın sonunu resimlerken, daha önce kubbeye yaptıklarınızı aşmak isteği içinde olduğunuzu hissediyorum. Böyle bir konuyu resmetmeye kim cesaret edebilir? İnsan topluluklarının, arasında göze ilişebilecek bir dinsize bile ancak siz anlam yükleyebilirsiniz. Resimde, yaşayanların yüzünde dehşet görüyorum: Zamanı görüyor, korkudan titriyor ve sonu geldiği için çıplak bir kayaya oturuyor. Meleklerin borazan sesinden çarpan kalplerini duyarken, «Yaşam ile Ölümü» görüyorum. Dehşet ve utanç duyarak biri ölüleri kaldırtmaktan, öteki de yaşayanları yıkmaktan yorgun. Ümit ile ümitsizliği görüyorum; iyi grupları ve kötü kalabalığı yönetmeye çalışıyorlar. Gökyüzünün saf ışıklarından kurtulan renklerle boyanmış çıplaklar tiyatrosunu görüyorum. Burada İsa, göz kamaştırıcı ve aynı zamanda dehşetle kuşanmış olarak milis meleklerinin üstünde oturuyor. Yüzünde şimşeklerin çaktığını görüyorum. Alevinin ise, sevinçli ve müthiş çakışıyla iyileri neşeye, kötüleri de korkuya boğmakta. Cehennem bekçilerini görüyorum, korkunç görünüşleriyle, eziyet çekenlerin ve azizlerin zaferini, Cesar’ların ve Alexandre’ların yüzüne fırlatıyorlar. Çünkü dünyayı yenmek ile kendini yenmek arasında çok fark vardır. Ünlülüğü görüyorum, taçları ve üstündekileri ile kendi arabası arasında yuvarlanmış. Nihayet tanrının oğlu ağzını açıyor, büyük kararı vermek üzere. Bunun iki şekilde çıktığını görüyorum, biri ahiret mutluluğunu, öteki de cehennem azabını bildiriyor. Bu karar yeryüzüne kadar iniyor ve çarpıyor. Cennet ışıklarını ve cehennem fırınlarını görüyorum. Havanın suratına çarpan karanlığı ikiye bölüyorlar. Ve bu mahşer gününden edindiğim düşünceyle: “eğer Michelangelo’nun eserini görenler, böylesine meraklanır ve titrerse, hepimizi yargılayacak olan tanrının karşısında nasıl bir korku ve titreme geçirecektir?” diye kendi kendime düşünüyorum.Mektup ustaca yazılmıştı. Aynı zamanda “Mahşer…

Daha Fazla

Selçuklu Çini Sanatı

Remzi KısalarTürkleri durduran Moğol gücünün varlığı 13. yüzyılda dikkat çeker. Ve bu Moğol disiplininin kurucusu CengizHan’dır. Moğollar önce Şamanisttir. Rusya’ya ve İran’a yayılırlar ve sırasıyla 1257 ve 1295 yıllarında Müslümanlığıkabul ederler. Ve daha sonra yavaş yavaş Türkler arasında erimeye başlayan bir Moğol kültürü kendini gösterir. Tambu aşamada Sufilik kültürü ortaya çıkar. Gündeme gelenSufilik, Yunanlılardan gelen rasyonalist gelenekle, Arap veİran aristokrasisinden gelen soyluluk geleneğini birleştirir.Sufiliğin özellikle mimarlığı çok etkilediği görülür. Fakat tarih karşısında mimari yapıların uğradığı değişimler ve onarımlar, sufiliğin gizemini yok etme noktasına getirir.Arabesk süsleme ön plandadır (Arabesk: Süsleme terminolojisinde yerini alan bu terim, birbirinin içine geçen çizgilerin sürekli hareketiyle oluşur. İslam sanatında başlayan ve buradan Rönesans sanatına geçen bu terim, “geometrik” ve “bitkisel” olmak üzere iki çeşittir). Türklerin çoğu 10. yüzyıldan itibaren İslam dinini kabul eder. İslam, Şaman geleneklere katışabilmiş ya da hak-mezhep dışı her türlüinanca kapılarını açabilmiştir.

Daha Fazla

DOĞA

Georg Christoph Tobler-Goethe 1782 yılında Tiefurter Dergisi’nin 32. sayısında yazar ismi olmadan “Die Natur” (Doğa)isimli bir yazı yayınlanır. Bu yazının Goethe’ye ait olduğu düşünülür. Fakat Goetheyazının Georg Christoph Tobler (1757-1812) isimli bir ilahiyatçı tarafından kaleme aldığınıileri sürerek, kendisinin yazmadığını vurgular. Peki nedir bu yazıdaki sır? Bilinenbir şey varsa, o da Goethe’nin anlayışında “tanrı-doğa”, “doğa-tanrı” kavramları iç içegeçmiştir. Buna göre Goethe’nin doğa filozofisinde “insan-doğa” ilişkisinin de derinlemesineirdelendiğini bilmekteyiz. Söz konusu yazı “doğa”, “tanrı” ve “insan” kavramlarınabir bakıştır; daha çok da “insan”da “doğa-tanrı”yı, “doğa-tanrı”da da “insan”ı irdeler.Buradaki insan doğaldır ki, sanatçının da ta kendisidir. Doğa (Die Natur)Doğa! Doğa bizi kuşatır, bizi kucaklar. Doğanın etkisinden çıkmak olanaklı değildir. Doğanın derinliklerine de ulaşamayız. Doğa bize sormadan ve bize haber vermeden dansına bizi dahil eder. Bu dansa dahil olmak veya olmamak adına epeyce bir sürükleniriz. Doğa sonsuz durumlar yaratarak yeni şekiller oluşturur, böylece her şey hem yeni,hem de eskidir, hiçbir zaman olamayacağı kadar değişir ve dönüşür. Biz doğanın tam da ortasında yaşarız ve ona yabancıyızdır. O sürekli bizimle konuşur, fakat sırlarını asla ele vermez. Durmaksızın üstünde hareket etmemize rağmen, onun üzerinde hiçbir güç ve etkimiz yoktur. Bireye ait her şeye sahiptir doğa, fakat bireye karşı kayıtsız ve umursamazdır. Doğa sürekliinşa eder ve yıkar. Onun atölyesi, erişilmesi ve ulaşılması olanaksız bir hakikattir. Doğanın sayısız çocukları vardır. Peki bu çocukların annesi nerededir? Doğa, benzeri olmayan bir sanatçı gibidir, ki en basit bir maddeden en büyük karşıtlıklar yaratmasını bilir, görünürde hiçbir çabası olmaksızın en yüce olgunluğa, en net olana istediği an yükselir. Fakat sürekli yumuşak bir belirsizlikle yarı dumanlı bir halde olmayı da sanki tercih eder. Eserlerinin kendine özgü oluşu üstün tarafıdır. İleri sürdüğü olaylar, düşünce anlamında farklı farklıdır ve bütün farklılıklar bir birlik sunarlar. Sonsuzluk, hayat, hareket ve sürekli kararsızlık doğanın temel özellikleri olmasına rağmen, onun sanki ilerlemez gibi görünen bir hali de vardır. Ancak her an şekilden şekile girer. Doğa denge ve dinginlik duygusu olmamasına karşın, hareketsizliğe de karşıdır. Doğa bir insan gibi düşünce üretir sanki. Fakat bunu insan olarak değil, doğa olarak yapar. Böylece kimsenin göz ardı edemeyeceği “her şeyi kapsayan” yanını da korumuş olur. İnsanlar onun kapsamındadır. Ve o da, bütün insanları kapsar. Doğa, insanlarla dostça oynar. Kendisinden bir şey elde edildikçe de en büyük mutluluğu duyar. Doğanın karşıtı yine doğadır. Onu her yerde görmeyen, hiçbir yerde göremiyor demektir. O, kendisine tutkundur. Bin göz ve bin bir kalp ile sonsuz şekilde kendisine bir bağlılık gösterir. Kendisinden mutluluk duymak için bütün kuvvetlerini geliştirir. Durmadan yeni tutkulara ulaşmak ister. O tutkulara ulaşmaya da hiçbir zaman doymaz. Bütün neşesini yanılsama ile bulur. Bu neşesini bozanları ise acımasızca cezalandırır. O kendine karşı samimi olanları ise, bir çocuk gibi yüreğinin içine alır. Sayısız çocukları olan doğa, çocuklarının hepsine karşı cömerttir; eli açıktır, fedakâr ve koruyucudur, ayrıca bolca lütuf da sunar. Doğa birkaç…

Daha Fazla

Courbet’nin Realizm Anlayışı-Söylem ve Gerçek

Horst-Martin Herrmann Çeviren: Özlem Kalkan ErenusCourbet’nin sanatını ele almak, güzel sanatlar alanında bir yandan Romantizm’in motif ve anlatım araçlarının hâlâ göze çarptığı, öte yandan yeni bir motif meselesi ile ilgili olarak, üslupta sanatsal bir devrimin müjdelendiği,bir toplumsal devrim sürecinin varlığı üzerine düşünmeyi gerektirir.Sanatçının tüm bireyselliğiyle ifade bulan resimler, Romantizm içinde,duygu ve fantazi yüklü bir duygulanım dünyası oluşturur. Romantik sanatçınınyaratıcı kişiliğini vurgulamasıyla birlikte ortaya çıkan zıt durum ise,oluşum koşullarını toplumsal düzlemde bulur. Neredeyse yalnızca maddi değerler doğrultusunda konumlanan, gelenek ve kültürden yoksun gibi görünen ve sanatsal meselelere karşı kayıtsız davranan, yükselen burjuvaziile karşılaşırız. Sanatı reddeden bu tutum karşısında, toplumsal gerçeklerinfarkında olan sanatçı kendi içine kapanır ve Romantizm’den bir yaşamsalhedef ve program (Hauser 1975, 209) oluşturarak, yaşamı sanata uydurmayaçalışır. Fransız resminde bir Delacroix’ya bakarak, Romantizm’in tepenoktasını görebiliriz. Motifleri genellikle tarihten alınmıştır, içeriksel anlamda hiçbir şekilde toplumsal realiteye dayanmaz ve gerçeklikten kaçınıyormuşgibi görünür. Formun mükemmelliği, içeriğin yerini almıştır: Amacın kendisi olarak sanat, sanat uğruna sanat, estetik bir ideolojinin ifadesiolarak sanat. Bu dönemin ardından sanat, gerçeklik ve toplumla ilintili birtarihçeyi yeniden formüle etme olanağını buldu. Çünkü dayanak noktasını topluma dair gerçekliği merkez alarak oluşturan ve Courbet ile temsilcisine kavuşan Realizm, ancak toplum ve sanat üretimi arasındaki diyalektikten hareketle evrimleşebilirdi. Delacroix’nın realist olmayan alegorisi Halka Önderlik Eden Özgürlükün aksine, Fransız toplumunun içinde bulunduğu gerçek durumu gösteren birlik iradesi, Courbet’nin Sanatçının Atölyesi olarakda adlandırılan Gerçek Alegori(1) adlı resminde anlatılmıştır. Bu resim,sanat-kuramsal pozisyonları görselleştiren ve 17. yüzyılda Hollanda’da rağbet gören Atölye Resimleri kapsamında değerlendirilebilir.Courbet’nin Atölye Resmini içerdiği gerçeklik bağlamında anlayabilmek için, sanatını konumlandırdığı ortamı incelememiz gerekir. Courbet’nin çağı, insanların yaşam tarzını değiştiren ve onları yeni bir gerçekliğe uyum sağlamaya zorlayarak gelişen, endüstrileşme ile şekillenmişti. Duygu dünyasına dalan Romantizm, bu yeni toplumsal koşullara tepki göstermeye uygun dili bulamıyordu. Böylelikle Courbet, sanat ve topluma dair resmîgörüşten uzaklaşarak, sıradan insanların sade yaşamlarının da sanatsalifadede merkezleştiği, kendi karşıt görüşünü geliştirdi. Realizm kavramını takdim eden ve bu kavramı Paris’te 1848 Haziran Ayaklanması sırasında, tarihte ilk kez proletarya barikatlara tırmandığı zaman tanıtan kişi Courbetoldu (Held/Schneider 1998, 364). Courbet, arkadaşı Pierre Proudhon’un(2),bugün daha çok klasik anarşist düşünce modeli olarak tanımlayabileceğimiz,politik-ekonomik teorisine sıcak bakıyordu. Proudhon, daha 1840’tayayımlanan Mülkiyet Nedir? adlı makalesinde, meşhur tezini öne sürerek,mülkiyeti hırsızlık olarak tanımlamıştı. Delacroix, Courbet’nin resimlerini gördüğünde, insanlık dışı gerçekliğin doğrudan anlatımından rahatsızlık duydu. Delacroix’nın algılama biçimini anlamaya çalışalım: Asıl rahatsız eden, anlatım metodu ya da benzetme düzeyi değildi; çünkü bu, geleneksel natüralist sanattı. Rahatsız eden daha çok, benzetme objesi olan, çiftçi ve işçilerin çirkinliğiydi (Hauser 1975,821). Romantize edilmiş İdealizmin aşağı görülmesi ile birlikte, toplumakarşı gelişen protesto, ilk kez burada kendini gösteriyordu. Bir yandan da,Courbet’nin resimlerindeki natüralist tarz, toplumun içinde bulunduğu durumabağlı görüntüsünü tam anlamıyla temsil etmeye olanak sağlıyordu. Kendini söz konusu objenin yerine koymak ve onunla duygudaşlık sağlamakancak bu şekilde mümkün oluyordu. Çünkü gerçekçi mimesis samimi olmak zorundaydı. Her şeyden önce taklide…

Daha Fazla

KANT’IN ELEŞTİREL DÜŞÜNCESİ

Kant’ın  Yaşamı  ve  Yapıtları Modern  çağın  en  büyük  filozofu  Immanuel  Kant  (1724-1804)  bir  sarracın  oğlu  olarak  Doğu  Prusya’nın  Königsberg  kentinde  doğdu.  Ailesi  İskoçya’dan göç  etmiş  göçmen  bir  ailedir.  Çocukluğunda  dindar  bir  kadın  olan  annesinin  üzerinde  daha  fazla  etkisi  olmuş  ve  dinsel  duygular  içinde  büyümüştür.  Bu  duygular 1732’den  1740’a  kadar  okuduğu Collegium  Friedericianum’da  varolan  pietist  ortam içinde  daha  da  gelişmiş,  buna  karşın  okuldaki  dinsel  kurallara  gerektiğinde  karşı durmayı   bilmiştir.   Okulun   kendisine   en   büyük   katkısı   iyi   düzeyde   Latince   öğrenmiş  olmasıdır.  Daha  sonra  Kant,  Königsberg  Üniversitesine  başlamış,  burada filozof  Martin  Knutzen’in  kişiliğinde  birinci  sınıf  bir  öğretici  bulması  kendisi  için bir  şans  olmuştur.  Knutzen’in  kütüphanesindeki  kitaplardan  yararlanarak  mantık ve  doğal  bilim  konusunda  yetişme  olanağı  bulmuştur.  Newton  fiziğini  incelemeye yönelmesi  doğal  bilimlere  büyük  ilgi  gösteren  hocası  Knutzen’in  etkisiyle  olmuştur.  Bu  etki  nedeniyle  ilk  yazıları  doğal  bilim  alanına  ilişkindir.  1746’da  üniversiteyi  bitirdikten  sonra  geçim  zorunluluğu  nedeniyle  sekizon  yıl  kadar  ailelere özel  öğretmenlik  yapmış,  1755’te  doktora  düzeyinde  bir  derece  alarak  üniversitede  eğitmen  olarak  göreve  başlamıştır.  Bu  görevi  yaklaşık  15  yıl  sürmüş,  1770’de nihayet  mantık  ve  metafizik  profesörü  olarak  atanmıştır.  Kant  bu  dönemde  sadece mantık,  metafizik  ve  ahlak  alanında  değil,  matematik,  fizik,  coğrafya,  antropoloji, pedagoji  ve  mineroloji  gibi  alanlar  üzerine  de  dersler  verdi.  Felsefesinin  gelişimi bakımından  bu  dönem eleştiri  öncesi  olarak  nitelenmiştir. Bu  döneme  ait  başlıca  yapıtları: Canlı  Güçlerin  Doğru  Değerlendirilişi  Üzerine Düşünceler   adlı   fizik   tezi   ile   üniversiteyi   bitirmiştir.   1755’de Genel   Doğa   Tarihi ve  Gök  Teorisi  adlı  çalışması  yayımlanmıştır.  Yine  aynı  yıl Ateş  Üzerine  başlıklı çalışması  ile  üniversite  öğretim  üyeliğine  kabul  edilmiştir. Genel  Doğa  Tarihi  ve Gök  Teorisi  başlıklı  yapıtında  evrenin  oluşumunu  tümüyle  mekanik  ilkeler  ışığında  açıklamaya  çalışmıştır.  Öne  sürdüğü  görüşler  Laplace’ın  bu  konudaki  kuramını öncelemiştir.  Daha  sonra  bu  kuram Kant-Laplace  kuramı  adını  almıştır.  Bunların yanı  sıra Yer  Ekseni  Etrafında  Dönerken  Birtakımeğişikliklere  Uğradı  mı?,  Yer İhtiyarlıyor  mu?,  Deprem  Üzerine  gibi  çoğu  fiziki  coğrafya  alanına  ait  yazılar  bu dönemde,  yani  1770  öncesi  dönemde  yer  almaktadır.  Kant’ın Eleştirel Felsefesi ve Salt Aklın Eleştirisi 1770’de Duyu  Dünyası  ve  Düşünce  Dünyasının  Form  ve  İlkeleri  başlıklı  tezi  ile profesör  olarak  atandı.  Bu  tarih  onun  eleştirel  döneme  geçişinin  de  başlangıcı  oldu.  Bu  yazıda  duyu  dünyası  ile  düşünce  dünyası  birbirinden  ayırt  edilmekte  ve  her birinin  kendine  özgü  bilgi  temelleri  olduğu  öne  sürülmektedir.  Kant  burada salt (rein,  purus)  teriminin  anlamını  genişletme  yoluna  gitti.  Bu  terim  bilen  öznenin kendi  doğasında  bulunan  bilgi  ögelerini  anlatmaktadır.  Bu  şekilde  Kant,  epistemoloji  alanında  özgün  görüşlerini  geliştirmeye  başlamış,  eleştirel  felsefenin  ilk  ve güçlü  sinyallerini  vermiştir. Kant’ın  asıl  eleştirel  dönemi  1781’de  yayımladığı Salt  Aklın  Eleştirisi  (Kritik  der reinen  Vernunft)  adlı  yapıtıyla  başladı  çünkü  yapıt  baştan  sona  geleneksel  felsefe  tutumlarının  eleştirisi  üzerinde  yükselmektedir.  Bu  yapıtın  ardından  1788’de Pratik   Aklın   Eleştirisi   (Kritik   der   Praktischen   Vernunft),  1790’da  Yargı   Gücünün Eleştirisi  (Kritik  der  Urteildkraft)  yayımlandı.  Bunların  dışında İlerideki  Her  Bir Metafiziğe   Önsöylem   (Prolegomena   zu   einer   jeden   künftigen   Metaphysik),   Ahlak Metafiziğinin …

Daha Fazla

Hans Hofmann

Yaşamı ve Sanatı-Özkan Eroğlu Münih ve Paris Yılları      Hans Hofmann’ın doğumu ve sonrasındaki çocukluk ve gençlik yıllarında oluşan hayal dünyasının şekillenmesinde, Bavyera bölgesinde büyümesi ve özellikle büyükanne ve büyükbabasından gördüğü yakın ilgi, bu erken yıllarını onların yanında geçirerek yaşamını sürdürmesi, biyografisinde önemli bir yer tutmaktadır. Hofmann’ın yaşamına dair bu ilk bilgiler Bultman’dan alınabiliyor: Hofmann, 1880’de Almanya’da Weissenburg’da doğmuş tur. Ailesi, altı yaşındayken, babasının hükümette yönetici olması üzerine Münih’e taşınmıştır. Hofmann, Bavyera’da büyükanne ve büyükbabasının çiftliğini ziyarete gittikçe sık sık resim yapmıştır. Müziğe olan kökten ilgisi, Hofmann’ın Kandinsky’e yaklaşmasını sağlamış ve onu Kandinsky’nin ileri sürdüğü “Stimmung” (Derin Hislenme) kavramına götürmüştür. Sanatçı, ayrıca müzik öğrenimi görmüş; keman, piyano ve org çalmada ustalaşmıştır.3 Hofmann, erken denecek bir yaşta- on altı yaşında- büyük cesaret göstererek bir mühendislik firmasında sorumluluk almıştır. Bu sorumlulukla beraber, özellikle mekanik konularda dikkati çeken bazı buluşlarda bulunmuştur. Ailesinin de bu yönünü desteklediği görülmektedir. Fakat Hofmann, gene de içindeki sanat aşkına engel olamamıştır. Yaratıcı boyutun ressamda küçük yaşlarda var olduğunu gösteren bu önemli kanıt, bilim ve sanat gibi düşünsel iki alanının, onda nasıl birleştiğinin iyi bir göstergesidir. Bu konuda Bultman’dan şunları öğreniyoruz: Hofmann, onaltı yaşındayken evden ayrılmış ve Bavyera Eyaleti Kamu İdaresi Başkanlığı’nda bulduğu, mühendislik ve inşaat projeleri alan bir iş’te çalışmaya başlamıştır. Sanatçının burada edindiği deneyim, mekanik konularda teknik bilgisini geliştirmesine yardım etmiş, bu süreçte aralarında bir tür hesap makinesi, elektronik bir kaç aletin de bulunduğu bazı buluşlar gerçekleştirmesini sağlamıştır. Oğlunun bilimle uğraşmasını isteyen babası, aralarındaki ilişkinin pek de iyi olmamasına rağmen, başarılı buluşlarından dolayı Hofmann’a hediye olarak bin Mark vermiş, o da bu parayı Moritz Heymann’ın sanat okuluna yazılmak için kullanmıştır. Hofmann, İlkçağın önemli filozofu Aristoteles’in görüşlerinden çok etkilenmiştir. Ona ilk temel bilgileri veren eğitmenleri, bu görüşleri kazanmasında önemli rol üstlenmiştir. Böylece Hofmann, felsefe sahibi olamayan bir sanatçının derinlemesine bir şey yapmasının olanaksız olacağının kanıtlarından biri haline gelmiştir.  Geleneksel olguları kavrayan Hofmann, modern sanatla ilgili olarak, ilk izlenimcilik akımıyla tanışmıştır. Münih’in sanat ortamından da katkılar elde etmiştir. Bu konuda Marks’tan şunlar öğreniliyor: Yaşamında onu çelişkiler bütünü olarak gören hayat arkadaşıyla da bu sırada tanışarak, en büyük manevi destekçisini elde etmiştir. Hofmann’ın daha sonra öğrencilerine de söylediği üzere, kendisi “Aristoteles Mantığı’na dayalı, bir bilim adamı olarak yetiştirilmiştir.” Ona temel bilgileri öğreten hocaları ise, sürekli gele neksel yaklaşımlar içinde bulunmuştur. 1898’de, onu izlenimcilikle tanıştıran Willi Schwartz ile karşılaşmıştır. Hofmann, yüzyılın sonunda Münih’te yaygın olarak görülen Secessionist (Ayrılıkçı) akımından etkilenmiştir. 1900’de gelecekte evlenmeyi düşündüğü ve ertesi yıl portresini de yaptığı Maria (Miz) Wolfegg ile karşılaşmıştır. Sanatın hemen her döneminde önemli olan sanat koruyuculuğu konusunda da oldukça şanslı olarak görülebilecek Hofmann, Berlinli bir tüccarın desteğini alarak yoluna devam etmiştir. Bu destek, özellikle 20. yüzyılın başında önemli bir sanat merkezi olan Paris’te yaşamasını sağlamıştır. Bu yaşam, Hofmann’ın sanat görüşlerinin gelişme kazandığı, sanatsal dostluklarının ve ilişkilerinin yoğunlaştığı  bir…

Daha Fazla

Düşünce Kapsamı

Georg Manfred Buhr-Çeviri Aziz Çalışlar Bir sanat yapıtında içerikle biçimin birliğinde dile gelen ve estetik bir işlev gören, içerikte verili tüm ideolojik (düşünsel) öğe ve yönlerin bütünü. Sanat yapıtları, kendi “düşünce kapsamları” yoluyla bir toplum şeklinin toplumsal varlığına bağlanırlar, o toplum üstyapısının ideolojik (düşünsel) bileşkenini oluşturan manevi yaşamının tüm içeriğiyle karşılıklı bir bağıntı içine girerler. Bir sanat yapıtının “düşünce kapsamı”nın özgüllüğü, genelleşmiş sanat gerçekliği bilgisi ile sanatçının düşünsel tasarımı, ideolojik konumu arasında varolan ayrılmaz birliğe dayanır. Sanat düşüncesinde imgenin hem genelleyici, hem de değerlendirici bir işlev görmesi, bir sanat yapıtının kendine özgü imgesel kuruluşunun “düşünce kapsamı”nı oluşturmasına yol açar; “düşünce kapsamı” sanatsal imgelerin anlatım gücünde var olur. Bir sanat yapıtındaki içeriğin temel düşünsel öğesi olarak “düşünce kapsamı” o yapıtın estetik kapsamının çekirdeğini oluşturur; ancak estetik kapsamın bütünlüğü içinde, onun aracılığıyla iş görür. Estetiğe dayalı kendine özgü yanı içinde, onun aracılığıyla iş görür. Estetiğe dayalı yanı içinde, sanat yapıtlarının “düşünce kapsamı” olağanüstü karmaşık ve bütünseldir. Toplumsal ideolojinin dünya görüşüne dayalı, felsefi, siyasal, çeşitli bilimsel, hukuksal, etik, yer yer de dinsel içerik ve biçimlerinden olduğu kadar, toplumsal psikolojiden de tek başına ayrılamaz; bunlara sıkıca bağlıdır. Sanat boyutunda canlandırmanın nesnesi olan gerçeklikte yer alan bir olay üstüne getirilen her estetik yargıda, birbirinden değişik dünya görüşüne bağlı, siyasal, etik, psikolojik, vb manevi yönler bir arada kaynaşarak ayrılmaz, somut bir birlik oluştururlar. Bu nedenle kendi estetik özellikleri içinde, sanat yapıtlarının “düşünce kapsamı” ne ideolojinin, ne de toplumsal bilincin sıradan, belli bir “özel” alanını oluşturur; tam tersine gerçekliği estetik olarak özümlemenin nesnesi olarak somut bir olayla ilintisi içinde, belli bir ölçüde bunların tümünü, bütünselliğini kendinde taşır. Tüm sanat hareketlerinin toplam sanat yapıtlarının “düşünce kapsamı”nda (bütün sanatların ileriye doğru tarihsel olarak gelişim sürecinde), toplumsal varlığın değişik türden görünüşlerinin gittikçe zenginleşen çeşitliliği, bireylerin giriştikleri tüm toplumsal ilişkilerin içeriği ile biçimi, insanların doğayla olan ilişkileri kadar, “insanlarla ilintisi içinde” doğanın kendisi de yansımasını bulur. Sanatın “düşünce kapsamı”nda her şeyden önce insanların toplumsal olarak belirlenmiş tasarımları, kendi insani varoluşunun koşulları ve taşıdığı olanaklar, kendi yaşamının değeri ve anlamı dile gelir. İdeolojik bir olgu olarak sanatta “düşünce kapsamı”, toplumsal ve tarihsel olarak belirlenmiş olduğu gibi, sınıflı toplumlarda sınıflı bir özellik taşır. Tarihsel olarak toplumsal çatışmaların az ya da çok bilinçli bir anlatımı olduğu kadar, insanoğlunun toplumsal olarak daha ileriye doğru gelişmesindeki (olumlu veya olumsuz) zihinsel dinamiğin öğelerinden de biridir. “Sanatın Düşünce Kapsamı”nın insani anlamı ve derinliği, önemli sanat yapıtlarının, içinden çıktıkları tarihsel olarak sınırlı ideolojiyi aşmalarının ve tarihsel olarak daha ileri bir kültür ve ideoloji tarafından özümsenmelerinin ana temelini oluşturur. Bütün önemli sanat yapıtlarının insani “düşünce kapsamı”nda yer alan ve bu yapıtların sanat olarak biçimlendirilişinde insancıl insan görüntüsü oluşturan şey, işte bu sınıflı ve genel insani olan arasındaki diyalektik bağlardır. Sanat yapıtlarında ortaya konan geleceğe ilişkin güzellik tasarımını ve insan görüntüsünü içeren “düşünce kapsamı”,…

Daha Fazla