Bu yazıyı Matisse 1953 yılında kaleme almıştır. Önemli bir kısmının çevirisini sunuyorum.
Yaratma, sanatçının gerçek işlevidir; yaratımın olmadığı yerde sanat da yoktur. Ancak, bu yaratıcı gücü doğuştan gelen bir beceriye atfetmek bir hata olur. Sanatta, gerçek yaratıcı, sadece yetenekli bir varlık değil, faaliyetler bütününü belirli bir amaca göre düzenlemeyi başaran kişidir ki, sanat eseri de böyle bir sürecin sonucudur.
Bu nedenle, sanatçı için yaratım, görme ile başlar. “Görme”nin, kendisi başlı başına yaratıcı bir eylemdir ve çaba gerektirir. Günlük hayatımızda gördüğümüz her şey, edindiğimiz alışkanlıklar tarafından az ya da çok bozulur ve bu durum, özellikle sinema afişleri ve dergilerin bize her gün sunduğu, zihindeki ön yargılarla aynı işlevi gören hazır imgelerin gözlerimize akın ettiği bir çağda daha da belirgin hale gelir.
Şeyleri bozulmadan görebilmek için gereken çaba, cesarete çok benzer bir şey gerektirir; ve bu cesaret, sanatçı için vazgeçilmezdir. Sanatçı her şeye sanki onu ilk kez görüyormuş gibi görmede bulunmalıdır; yaşama bir çocukken görmede bulunduğu gibi görmelidir ve eğer bu yetiyi kaybederse, kendisini orijinal yani kişisel bir şekilde ifade edemez.
Bir örnek vereyim. Gerçek bir ressam için bir gülü resmetmekten daha zor bir şey olmadığını düşünüyorum çünkü bunu yapabilmesi için, öncelikle bugüne kadar resmedilmiş tüm gülleri unutması gerekecektir. Venice’de beni ziyarete gelen insanlara, yol kenarındaki devedikenlerini fark edip etmediklerini sık sık sordum. Hiç kimse onları görmemişti; hepsi Korint sütun başlığındaki bir akantus yaprağını hemen tanıyabilirken, ancak bu başlıkların zihinlerindeki anısı kadar bir değere sahip değildi devedikenleri. Yaratımın ilk adımı her şeyi olduğu gibi görmekten geçer ve bu da sürekli bir çaba gerektirir. Yaratmak, içimizde ne varsa onu ifade etmektir. Her yaratıcı çaba içten gelir. Bunun için duygularımızı beslememiz gerekir ve bunu yalnızca etrafımızdaki dünyadan alınan malzemelerle yapabiliriz. Sanatçı, dış dünyayı içinde özümseyip yavaş yavaş kendisine mal edebildiğinde çizdiği nesne onun bir parçası haline gelir ve onu kendi yaratımı olarak resim yüzeyine yansıtabilir.
Bir portre çizerken, sürekli eskizime geri dönerim ve böylece her seferinde yeni bir portre yaparım: Öncekini geliştirdiğim bir portre değildir bu. Tamamen farklı bir portreye yeniden başlarım ve adeta her seferinde aynı kişiden farklı bir varlık çıkarırım. Çalışmamı daha eksiksiz hale getirmek için çoğu zaman aynı kişinin farklı yaşlardaki fotoğraflarına başvurmuşumdur; son portre, o kişinin oturduğu zamanki halinden daha genç ya da farklı bir görünümde olabilir, çünkü bana en doğru gelen, oturan kişinin gerçek kişiliğini en çok açığa çıkaran o görünüm olmuştur.
Böylece bir sanat eseri, uzun bir hazırlık sürecinin doruk noktasıdır. Sanatçı, çevresinden, içsel vizyonunu besleyebilecek her şeyi alır; bunu ya doğrudan çizdiği nesne kompozisyonunda yer alacaksa ya da dolaylı olarak, analoji aracılığıyla yapar. Bu şekilde, yaratma pozisyonuna kendini hazırlar. Sahip olduğu tüm formları içselleştirerek zenginleştirir ve bir gün bu formları yeni bir ritme sokar.
Sanatçının eseri, bu ritmin ifadesinde gerçekten yaratıcı hale gelir. Bunu başarmak için ayrıntıları biriktirmek yerine elemek zorundadır. Örneğin, tüm olası kombinasyonlardan, çizime en çok yaşam veren ve en fazla şeyi ifade eden hattı seçmesi gerekir. Doğadaki gerçeklerin sanata aktarılmasında eşdeğer terimler aramak zorundadır.
“Still Life with Magnolia” resmimde, yeşil mermer bir masayı kırmızıya boyadım. Başka bir yerde denizin güneş ışığını yansıtmasını göstermek için siyah kullanmak zorunda kaldım. Bu tür tüm aktarımlar, şansa ya da keyfîyete bağlı değildi, aksine bir dizi araştırmanın sonucuydu ve bu renkler, kompozisyonun geri kalanıyla olan ilişkileri nedeniyle bana gerekli gibi geldi. Çünkü bu renkler, istediğim izlenimi vermek adına gerekliydiler. Renkler ve çizgiler birer kuvvettir ve yaratmanın sırrı, bu kuvvetlerin oyunu ve dengesindedir.
Sanatın doğayı taklit ettiği anlam, bana göre, yaratıcısının sanat eserine üflediği yaşamla ilgilidir. Bu şekilde eser, doğadaki çalışmalar gibi verimli, aynı heyecan verici güce ve aynı göz kamaştırıcı güzelliğe sahip olacaktır.
Bu etkiyi elde etmek için büyük bir sevgi gereklidir; gerçeğe doğru sabırlı bir çabayla ilerlemeyi, doğrudan gelen o sıcaklığı ve herhangi bir sanat eserinin doğumuna eşlik eden o derin analitik düşünceyi ilham veren ve sürdüren bir sevgi. Zaten tüm yaratımın kaynağı da sevgi değil midir?