Özdemir Altan

Özkan Eroğlu
Burada soracağım sorularla Özdemir Altan’ın sanatını belirleyen tavırların
meydana getirdiği sözlüğün ne ve nasıl olduğunu ortaya sermeye çalışacağım.
Böylece, bir izleyici olarak sanatçıyı anlamak isteyenlere de yardımcı
olmaya gayret ettiğimi düşünüyorum. Öncelikle, onun sanatı ile ilgili
kavram, terim, sanatçı isimler, vb.leri saptadım ve sordum. İşte aldığım
cevaplar:
Soru.: A-akademizm?
Özdemir Altan.: Dünyada sanat ortamları yoğun olduğu için, akademi
okumak kimi ülkelerde gereksiz bile. Fakat bizde müze ve doğru dürüst
bir sanat ortamı olmadığı için, akademiler gerekli. Bugün bizdeki akademi
hocaları çok zayıf. Dünyadaki bütün akademiler, az çok tutucudur. Sanatın
doğrusunu, ancak büyük veya iyi sanatçılar anlatabileceğine göre, dünyadaki
akademilere de doğal olarak kuvvetli hoca bulmak zordur. O zaman
a-akademik kalmak çok daha iyi. Akademiler, avangard sanatçı hocalar
varsa olacaktır, yoksa hayır. Bir şey daha var, akademiden yetişen kimseler
genel olarak tutucu oluyor. Büyük devrimler gerçekleştiremiyor. Dışarıda
olup, a-akademik çalışanlar ise daha bağımsız düşünebiliyorlar. Bu sefer de
onlar sanatı bilmedikleri için yaptıkları sanat olmuyor. Türkiye’de de bunun
örnekleri var. Ben a-akademikleri içine alan sergiler bile yaptım. Sizin de
düşündüğünüz gibi, bundan dolayı benim onlarla ciddi bağlarımın olması
gayet normal. Akademide sanatı öğretirler, fakat yaratıcılığı öldürürler.
Dışarıdan geleninin ise yaratıcılığı öldürülmemiştir, fakat o da sanatı bilmez.
S.: Andırım?
Ö.A.: Bombardımanın Sakıncaları isimli çalışmamdaki bombalar nereden
gelmişti, biliyor musunuz? Akademide öğrencilere bir kolaj ödevi vermiştim.
Gelecekte sanatçı olmaya hiç niyeti olmayan bir öğrenci bombalar
yapıştırmıştı. Sen misin yapıştıran. Eve döner dönmez bomba kesip yapıştırmaya
başlamıştım. Kimin elinde kalırsa, sanat ondadır, kimse kusu125
ra bakmasın! Böylece, sanatçının sanatında her şey görülebildiği gibi, bir
andırım da pekala malzemesi olabiliyor. Sanatçı kesinlikle referanslar verir.
Geçmişteki büyüklerin hepsinin arkasında, açıkça etkilendiği kişileri de
görebilirsiniz. Toprağı olmayan sanatçılarsa, zaten hemen kendilerini belli
ederler.


S.: Anti-art?
Ö.A.: Hepimizin büyük dedesi: Dada. Onun bulgusu olan bu kavramsa olağanüstü.
Belki de, Dada’nın bir şımarık torunu da benim.
S.: Arkaizm?
Ö.A.: Toprak altından çıkan neden mutlaka güzel? Geçen süre dolayısıyla
özgünleşmeye başladığı için.
S.: Avangardizm?
Ö.A.: Bütün öğrencilerime ilk zamanlarımdan beri aşılamaya çalıştığım sanat
ölçütü ve eğitimimin temelinde var olan kavram. Sanatımda hep izleri
olan bu kavramı, tek hedefim olarak düşünüyorum.
S.: Ayrılıkçılık
Ö.A.: Kişisel ya da toplu olarak sanat hareketleri var. Bunun bir bölümü
tepkilerden kaynaklanıyor. Bu geçmişe karşı duyulan değişme ihtiyacıdır.
Gerçek sanatçıların içinde var olan bir iç dürtüdür bu. Bununla yeniden düşünülür
ve yaratılır. Almanlar, Rönesans’ta çok büyüktü. Bir sanat hareketi
çok büyükse onu aşmak zordur. 19. yüzyıla kadar bir duraklama dönemi
geçirdiler. Rönesans’ta melankolik olan Almanlar, 19. yüzyılda romantik
oldular. Bu yüzden Almanlarda bir Fransız hayranlığı doğmuştu. 19. yüzyıl
sonundan itibaren inanılmaz boyutlardaki değişimin Alman sanatındaki
nedeni budur. Ayrılıkçı olmak, gelişme, özenme ve “neden onun gibi
değilim?”i içinde barındırır. Bende de değişme dürtüsü besbelli ki yapısal.
Hocamın bana avangardlık şansını hiç vermediği bilindiğine göre, ayrılıkçı
olmamın yapımdan kaynaklandığını belirtebiliriz. Ayrılıkçılık bir tepkiyi barındırdığından
ve ben de tepkisel bir insan olduğumdan, söz konusu kavramla
çok birleştiğimi düşünmekteyim.
S.: Boyut?
Ö.A.: Eğer espas, tuvalin boşluğa yerleşme eylemi ise veya üç boyutlu bir
çalışmada bizzat kendiliğinden oluşuyorsa, boyut da bunun araçlarından
biridir. Her anlamıyla boyutu kullanıyoruz ki, espası gerçekleştiriyoruz.
S.: Deneysellik?
Ö.A.: Bende deneme, tıpkı şaka yapmaya benzetilebilir. Geriye bakıp düşündüğümde,
çok kişili denemelerimin tarihsel bir kimlik taşıyabileceğini
hiç aklıma getirmediğimi anımsıyorum. Deney sorunu, sanatçının doğallığıdır.
Deney yapayım diye giriştiğinizde ise, hiç bir şey yapamazsınız.
126
S.: Devinim?
Ö.A.: Durağanlığın karşıtı olan kavram devinimdir.
S.: Dışavurumculuk?
Ö.A.: Galiba Türkiye’de her sanatçı dışavurumcu. Tabii Türkiye’de rastgele
olmakla, dışavurumu özdeşleştirdik. Dışavurumun Türkiye’deki çıkış nedeni
adam sendecilik, ne çıkarsa bahtınacılıktır. Hatta Türkiye’de geometrik ve
minimalist olanların da, araştırmadan ortaya konan bir kolaycılıktan, yana
olduklarını görüyorum.
S.: Espas?
Ö.A.: Bu kavrama çok eğilim ve sevgi duyuyorum. Hatta bu kavramın, sanatımın
özünü oluşturduğunu düşünüyorum. Bu kavramı sürekli vurguluyorum.
Bu konu üzerine konferanslar verip, derslerimde konuşmalar yapıyor,
yazılar yazıp, büyük çabalar ortaya koyuyorum. Bu konuda ilk kez, bir
manifesto gibi, 1979 yılında Akademi anfilerinden birinde, resim sanatında
espas konulu bir deneme dersiyle espas oluşumunun ilk kez üstüne ciddi
biçimde gitmeye başlamıştım. Türk sanatında, hiç bir zaman gündeme getirilmemiş,
sözel ve yazısal hiç bir verisi bulunmayan bu konuyu, böylece ilk
kez müspet bir biçimde sahiplenmiş oldum.
S.: Altan, espasın mekan, boşluk, uzay, derinlik, aralık gibi anlamlar içerdiğini
de dile getirmekte. Espasın, sanatta mutlaka olması gerektiği inancında.
Zira espasın doğması için çeşitli yöntemler var Altan’a göre. Espasın
sinema, müzik, sahne sanatlarının hepsinde bulunduğunu, müzikte volüm
denilen, hacmi veren şeyin espası ifade ettiğini de söylemekte ve bu konudaki
sözlerine şöyle devam etmektedir:
Ö.A.: Plastik sanatların bütün zamanlarında espas vardı, fakat bunların sadece
yöntemleri değişikti. Bunlardan biri de perspektifti. Resim sanatçısı,
yüzeyin boşluğuna yerleşen kişidir. Bunun dışında bütün kontrastlar espası
yaratır. Minyatür sanatında kullanılan dokuları farklı elemanlar mantığı,
günümüz Türkiye sanatında kavranamamış olduğundan, bugün çağdaş
Türkiye resminde de yoktur. Vaktiyle Heykeltıraş Hadi Bara, espas sözcüğünü
gündeme getirip, espasın soyut boşluk demek olduğunu söylemeye
çalışmış, ancak konuya sadece orada nokta koymuştur.
S.: Böylece espas olgusunu, kapsamlı bir şekilde Türkiye resminde ciddi
anlamda ilk defa ortaya koyan tek başına Özdemir Altan’dır.
Ö.A.: Yıllarca Türkiye resminde, espas konusu, perspektif ile karıştırılmıştır.
S.: Espas kelimesini hocası Zeki Faik’in hiç kullanmadığını da ifade ediyor
sanatçı.
Ö.A.: Espas demek, uygar düşünce, önyargılardan uzak bir birleşme ve birbirine
yabancı olanların bir arada yaşaması ve barınması demektir. Batı sanatında
çok seslilik vardır, fakat bunun sonucunda her an bir bütün ortaya
127
çıkar. Türkiye’de ise her kafadan bir ses çıkınca, ne yazık ki espas oluşmuyor.
Beynimizin içinde espas olmayınca da, eylemlerimiz bundan yoksun kalıyor.
S.: Form?
Ö.A.: Form, sanatın ana kurgusunu oluşturan başlıca elemandır. “Sanat
birbirinden farklı kavram, köken, strüktür ve mantıklardan oluşur” derken,
bu sözcüklerin her biri formların da ifadesi oluyordu. Tabiidir ki soyağaçlarımdaki
form zenginliği, kısıtlanmışın sınırsızlığını zorlamaktadır. Demek ki
sanat, form demektir.
S.: Fovizm?
Ö.A.: Yüzyılın başında Empresyonizm’in de verdiği yüreklilikle, Akdeniz
estetiğinin, yine estetik kalmak koşuluyla, formu izlememesi. Gelecekteki
otomatik boşalım hareketinin, yine estetik olmak koşuluyla ilk adıdır.
Fransa’daki fov, kuzeydeki ise ekspresyonizm olarak adlandırılır. Kübizm’i
ve soyut resmi yüreklendirdiği söylenebilir.
S.: Hacim?
Ö.A.: Espasın ilk adımıdır. İşi Rönesans’tan başlatacaksak, işte o andan
itibaren hacim, espas konusunun önemli bir bölümünü yaratacaktır.
Perspektifle akraba bir deyimdir.
S.: İmgelem?
Ö.A.: Karşılığını “resimleme” gibi alarak, imgelemenin bir form çeşidi olduğunu
düşünelim. Bu, benim sanatımda bir biçim maddesi olarak yerini
alır. Çok kişiye sanat yaptırınca, imgelem yönünde getirilerin sınırsızlığını
hesaplayamazsınız.
S.: İtme-çekme (push and pull)?
Ö.A.: Soyut espasın uygulanmasında yöntem olarak ilk defa Hans
Hofmann’ın ileri sürdüğü bir deyim. Benim resimlerim için de çok önemli.
S.: Kombinasyon?
Ö.A.: Espası yaratmada kullandığım özelliklerden biri. Çok kişili çalışmalarımı
yaparken, bir taraftan da ısrarla soy ağacı üzerinde duruyordum.
Soy ağaçları, kombinasyon fikrini oluşturmama iyi hizmet verdi. Elime
tuvali alıyorum, farklı maddeleri bir araya getiriyorum. Onların mümkün
olduğunca uyumsuz olmasına özen gösteriyorum. Öğrencilerimden birine
tuvalimin bir yerine bir motif yaptırıyor ve kapattırıyorum. Daha sonra
ben onu görmeden soyağacı yapıyorum ve daha sonra da kapalı olan yeri
açıyor, resmi öylece bırakıyorum. İşte burada meydana gelen radikal bir
kombinasyon uygulaması değil de nedir? Olanakları en aza indirgeyerek,
elemanları da tersine arttırmaya devam ederek sanat yapıyorum.
Soyağaçları çok sayıda olmasına rağmen, birbirine benzemiyor. İşte bunu
sağlayan kombinasyondur. Bir kere benim düşünülerek alınmış veya daha
önce projelendirilmiş kararlarım yok. Ben bir çeşit resim yapma aletiyim.

O yüzdendir ki resimlerimi bazen akşam üzeri, hava karardığı zaman iyi
görmeden, yere yatırdığım için de iyi denetleyemeden bile yapmakta iken,
ilginç şeyler ortaya çıkabiliyor. Bütün bu olanlara rağmen, halen hesap kitap
gerektiren kombinasyon olgusuyla resimlerim ilişkili duruyorsa, buna
söyleyeceğim fazla bir şey yok zaten. Ortaya koyduğum kompozisyonlar çok
iç güdüsel.
S.: Kontrast?
Ö.A.: Sanat farklı kavram, köken, strüktür ve mantıklardan oluşuyor diyen
bir adam, kontrastı daha baştan masanın üstüne yatırmış demektir. Bunlar
hep birbirine zıt kavramlardır. Açık-koyu, düz-dokulu, dış bükey-iç bükey,
renkli-renksiz, siyah-beyaz, figüratif-soyut, anlamlı-anlamları farklı, yatay-
dikey vb. İşte kontrast bu.
S.: Metafor?
Ö.A.: Bununla, evrelerim arasında birinden diğerine değişen bir bağ ve yan
yana gelince de bir yapı oluştuğuna göre, bu kavramla ne kadar kuvvetli
ilişkilerim olduğu da çok açıktır.
S.: Metamorfoz?
Ö.A.: Her yıl imzam değişiyor. Bu, değişiyorum demektir. Dünya değişiyor
ve sanatım değişmiyorsa, bu o kadar komik bir durum ki. Bir resmi yaptıktan
sonra aynısını tekrar yapmak… Her seferinde işimin başına oturduğumda,
yeni ve farklı bir şey üretemeyeceksem, o işi yapmam daha iyi!
Soyağaçlarını gerçekleştirirken bile, kendime çok şey yapma olanağı tanımadım
ve bazı şeyleri kendime yasakladım. Bütün olanaklarımı kısıtladım
ki, en net neyse, ortaya o çıksın diye.
S.: Mizaç?


Ö.A.: Burnumuz, kulağımız gibi ömür boyu yanımızda taşıdığımız yapısal
maddemiz. Sanatımda ise bugüne değin sekiz evre ve ara evreler var. Her
evremde oldukça farklı bir mizaç sergilediğim görülüyor. Bu da benim mizacım,
neden olmasın.
S.: Olasılık?
Ö.A.: Rastlantıya olan güvenimden dolayı, resimlerimde görülen temel bir
özellik.
S.: Palet olgunluğu?
Ö.A.: Palet geçmiş çağlarla ilgili bir sözcük. Sanatçı, artık renkleri titiz bir
şekilde karıştırarak çalışmıyor. Ton, nüans, ana armoni gibi özellikler yok
artık. O zaman palet deyimi de şansını yitirmeye başladı. Ben, resme başladığımda
nasıl bir palet meydana geleceğini bilmiyorum. Resmin yapım anı,
benim için çok önemli. İyi yapıyorsanız olacaktır. Palet sanatçının kullandığı
yöntemlerden sadece birisidir.

S.: Ready made?
Ö.A.: Marcel Duchamp’ın ilk kullandığı yöntem ve deyim. Pop’un kökenine
doğru gidersek, önce Picasso, sonra Duchamp, sonra da Kurt Schwitters,
bütün Dadalar ve Pop diye sıralayabiliriz. Beuys, her şey sanattır, herkes
sanat yapabilir demiştir. İşte bu ready made’in de bir açılımıdır. Ancak, ne
yapalım ki ready made keşfedilmeden önce bir Turner nasıl elemanlarını
kullanırken, yeteneğinin gereği, bir marifet sergiliyordu, ready made’i de
kullanan kişi aynen onun gibi, onu bulup çıkarmak, ortaya koymak ve yanındaki
elemanla birleştirmek gibi, bir zeka ve yeteneğe sahipti. Ben ise,
bunu başka bir biçimde aştım. Bunları kombine ve kompoze etmeyip, rastlantının
güven verici ellerine emanet ettim.
S.: Renk?
Ö.A.: Her şeyde renk var. Renk, kanımca yaşamı güzelleştiren bir öğe.
Geleneksel sanatta kapalı formların aracıdır. Van Gogh bunu, hacmi renkle
ifade ederek değiştirdi. Renk bir yapı meselesidir. Türkiye resminde olduğu
gibi, rengi zorlarsanız hiç bir şey elde edemezsiniz. Renk, bende yapısal
olarak zaten var. Zeki Faik gibi bir renkçi bir hocadan bana da bu konuda
bir şeyler geçti. Bütün dünya sanatçılarında olduğu gibi, bizim akademi hocaları
da renge karşıydılar. Her şey onlar için desen ve formdu. Peki adamda
renk varsa kullanmayacak mıydı onu? Sanatta sınır olmadığına göre, siz
rengi nasıl saf dışı bırakırsınız. Rengin Türkiye’de geri kalmasının nedenlerinden
biri bizim hocalarımızdır. Şimdi ise, harcıalem olması, resmin daha
kolay satılması için bir araç.
S.: Sanatçı?
Ö.A.: Sanatçı demek, bence yetenek ve zeka demektir. Deha ise, üstün sanat
yeteneğiyle, üstün zekanın bir arada bulunmasıdır. Sanat geliştirmek,
bir organizasyon işidir. Geçmişinde organize iş gerçekleştirememiş bir toplum
insanının, bu işi başarması zor. Ancak iyi yetişmiş, rasyonel, geçmişi
güçlü toplulukların çocukları bir resmi başından sonuna kadar, aynı dakika
ürünü, aynı tempo ve aynı anlayış bütünlüğü içinde gerçekleştirebiliyor.
Dürüst olacaksınız, özgürlüğünüzü hissedeceksiniz, kural tanımayacaksınız.
Bir de çok basit; biraz da dahi olacaksınız.
S.: Sezgi?
Ö.A.: Bir sanatçı için açıklaması en zor kavramlardan biri. İşin duygu yönü,
en bilmediğimiz taraf. Bu bizim kimyamızla ilgili bir şey. Onun dışında kararlarımız,
güncelleşen, doğallaşan, matematikleşen bir tarafımız da var.
Birikimlerimiz, sevdiklerimiz, öğrendiklerimizle sonunda ortaya bir şeyler
çıkarıyoruz.


S.: Soyut?
Ö.A.: Bir gün anladık ki somut da soyut. Ne yaparsanız yapın ortaya soyut
çıkıyor. Her insan doğayı başka türlü gördüğüne göre, doğa da soyut.
130
S.: Kendiliğindenlik?
Ö.A.: Bu, sanatçının kendi seçimidir. Bazı sanatçılarda çok geçerli, benimse
ana malzemem. Kendiliğindenlik ile beraber gelişen kavram ise rastlantı.
Önümüzdeki bir çağ da, sanırım rastlantı çağı olacak. Rastlantı, müthiş bir
şey. Gelecekte, bir bilim adamı çıkacak, rastlantı gerçeğinin bilimsel açıklamasını
yapacak.
S.: Strüktür?
Ö.A.: Birbirinden farklı strüktürleri bir araya getiriyorsunuz sanat oluyor.
Bir araya getirmede ise, yeteneğin yoksa olmuyor.
S.: Valör?
Ö.A.: Sanatı okumamızı sağlayan kavramlardan biri. Elemanları, birinden
diğerine ayıran ve bağlayan öğe. Sanatı meydana getiren şemanın karakteri,
kompozisyonun da temel taşı.
S.: Yanılsama?
Ö.A.: Espasın doğmasındaki faktörlerden biri. Yanılsama, maddelerin şurada
burada, birinin biraz sağa, diğerinin biraz sola çekilerek, bir boşlukta
yaptığı farklı etkilerdir. Bu, kompozisyonda rastlantıyla gelen bir şey de olabilir.
Yapmak istedikten sonra ne yapmak istersen olacaktır. Buna, yanılsama
da dahil.
S.: Francis Bacon?
Ö.A.: Özgün bir sanatçı. Spontane ve denetlenmemiş, Freud kökenli sanatın
önemli bir temsilcisi. Yaşamının sonlarına doğru tekrara düşmüş bir
sanatçı bence. Tabii böylece kurumaya başlıyor. Sanatçının en içten resimlerini
Münih Neue Pinakotek’te, ilgilendiklerim başta olmak üzere, daha bir
çok yerde gördüm. Çok tehlikeli olan, bana, daha sonraki çalışmalarını, iyi
olarak nitelendirdiğimiz resimlerine bakarak yapmış gibi gelmesi. Biz sanatçılar,
iyi bir şey ortaya koyduğumuz zaman, ilk işimiz o çalışmamızı ters
çevirip, bir duvara dayamak olmalıdır.
S.: Max Beckmann?
Ö.A.: Beckmann ilginç bir sanatçı. Özgün olmasına rağmen, uygulama anında
onun siyah konturları var ya; o, resmini durduruyor ve espasını zincirliyor.
Onları gevşetip, renk ve valör değiştirse resmi esnemeye başlayacak.
Resmini sallaması gerekirdi diye düşünüyorum. Yine de iyi bir sanatçı.
S.: Roaul Hausmann?
Ö.A.: Hausmann’ın tek başına benim sanatımla ilişkisi olacağını düşünmüyorum.
Dadacılar’ın önemli sanatçılarından biri. Belirli dönem resmime
giren kolaj süreçle bir ilintisi görülebilir. Benim kolajlarımda Hausmann’ınkilere
nazaran çok daha estetize şeyler olduğunu düşünüyor ve bundan sıkılıyorum.
Zaten o kolajları yaptığımda, ben hala Akdenizliydim.

S.: Hans Hofmann?
Ö.A.: Amerika’da soyut ekspresyonizmi ortaya koyan, hatta bazen soyut
ekspresyonistlerin önünde duran bir avangarddır, Hans Hofmann. O lirik
akıtmalarının üzerine, kareleri koyması, Hofmann’ın da, sanat birbirinden
farklı kavramlardan oluşur görüşüne sahip olduğunu gösterir. Hofmann
değerli bir sanatçı. Şansızlığı, Alman sanat tarihi kitaplarında ve ansiklopedilerinde
kendisinden çok kısa bahsedilmesi. Hofmann, Almanların neden
işine gelmez, bilmiyorum. Belki Yahudi olduğu ve Almanya’dan kaçtığı için.
Almanların bu konuda ayıp ettiklerini düşünüyorum. Çünkü çok tuhaf duruma
düşüyorlar.
S.: Wassily Kandinsky?
Ö.A.: Hem Rus, hem Fransız, hem Dada, hem Empresyonist olabilmeyi başarmış
olağanüstü ilginç bir sanatçı. Kandinsky’nin, o kadar zengin bir sanatçı
yapısı var ki, örneğin onun çok geometrik olarak espasa yerleştirdiği
formları ile Der Blaue Reiter resimleri birbirine zıt olmasına rağmen, her
ikisi de lirik şeyler. Kandinsky, tam bir ekspresyonist olmadı. Kandinsky’nin
Fransa zamanları, onun tam bir kuzeyli olmasını engellemiştir. Unutmamak
gerekir ki, Kandinsky’nin yapısı biraz Fransız, biraz Alman, biraz da Rus’tur.
S.: Ernst Ludwig Kirchner?
Ö.A.: Kirchner ve arkadaşları, dünya sanatında gelmiş geçmiş en yürekli
çıkışın üyeleridir, bana göre. Zira, benim ortaya koyduğum resim üslubunun
da öncüleridir onlar. Sanat, sürekli güzellik için yapıldı, fakat Almanlar
bunun dışında kaldı ve 19. yüzyılda bunu belli edip, bu olayın üzerine gitti.
Anlam ve psikoloji yüklü bir sanat geliştirmek suretiyle Kirchner, estetik
kavramını sıfırlamış oldu. Arkasından Dadaizm, Kirchner ve arkadaşlarının
da yarattığı yüreklilikle gündeme geldi. Dada’nın altında, biçim olarak yoğun
kübizm, ama ihtilalcilik olarak da ekspresyonizm vardır.
S.: Claude Monet?
Ö.A.: Manet, ona suyun Raphael’i dermiş. Hocam Zeki Faik’in atalarından
biri olduğuna göre, benim de bağlantım olabilir.
S.: Frank Stella?
Ö.A.: Pop sanatçılar arasında gelişmiş, tuhaf, çağdaş soyut ekspresyonist
sanatçı. Pop sanatçılarla birlikte ortaya çıkmış, fakat onların arasından sıyrılıp,
fırlamayı başarmıştır. Çünkü soyut ekspresyonistlerden daha gençtir.
Bence yüzyılımızda sanatı devamlı doğurgan kılan, birinden birine, yıldan
yıla devamlı değiştirebilen çok önemli ve nadir sanatçılardan biridir.
S.: William Turner?
Ö.A.: Gelmiş geçmiş en büyük İngiliz ressamı. Sanat tarihinin ilk yirmi veya
otuzuna girecek kadar önemli bir sanatçı. Soyut sanatın da öncülerinden.
Onun Tate galerideki büyük koleksiyonunu ilk defa görünce, Rembrandt gibi
132
bir adam demiştim. Hamburg’a gittiğimde de, orada Kunsthalle’de “Turner
in Deutschland” adını taşıyan bir sergi vardı. Bu sergiyle Turner’ın, bir ara
da Almanya’da yaşayıp, oralarda seyahat ettiğini öğrendiğimde, adeta
ürperdim. Bir karış boyutundaki suluboya resimle, nasıl bu kadar sanat
yapılabilir ya da nasıl bu kadar zarif ve aynı zamanda güçlü olunabilir?
Soru.: Van Gogh?
Özdemir Altan.: Onun için her zaman çok üzülürüm. O büyükler büyüğü insanın,
gelecekte dünyanın sevgilisi olacağını bilmeden, yaşamdan ayrılması
o kadar üzücü ki. Hollandalılar onun için, Van Gogh yılı yaptılar. O kırmızı
yanaklı Hollandalılar’ın cebine bu yolla çokça para girdi. Bir zamanlar Van
Gogh’u tahkir eden, bilmem kaç imzayla memleketinden sürdürmek isteyip,
kıymetini bilememiş bu insanlar, insanlığın yüz karasıdır. Tabii ki benim
de Van Gogh’tan etkilenmemem düşünülemez. Bir o, bir de sanatını çok
sevdiğim Kurt Schwitters için çok üzülürüm. Zamanında çok itelenmiş iki
büyüktür, hak etmediklerini görmüş iki yiğit insan ve sanatçıdırlar.
Sara Hatem
Çok yönlü bir kimlik Sara Hatem. Sanata, uygulama ve teorik boyutta
duyduğu ilgiyle, beni hep şaşırtmıştır. Bu şaşırma karşısındaysa, onunla
bu görüşmeyi gerçekleştirmem kaçınılmaz oldu. Kendisine sanat yaşamı
ve yaşama sanatı bağlamında bazı sorularım oldu, kendisi de bu soruları
içtenlikle cevapladı. Sonuç olarak da, benim gibi bu görüşmeyi okuyan herkes
için, Hatem’i tanıma olanağı yaratılmış oldu.
Soru.: Sanatta çok yönlülük dersem, neler söylersiniz?
Sara Hatem.: Ben sanatta çok yönlülükten, bütün duyuları kullanarak sanat
yapmaya gayret etmeyi anlıyorum. Tabii bu arada esinlenme (doğadan,
insandan ve müzikten) faktörünün de devrede olmasını şart koşuyorum. O
nedenle sanat bir yaşama tarzıdır bence.
S.: Senin için, bir iş yapılması gerektiği için yapılan bir şey değil. Kısaca ne
yapıyorsan, bunun yaşamında büyük bir yer teşkil ettiğine inanıyorum.
S.H.: Sanat denilen o kapsamlı alana yakın durmak, benim için gerçekten
kendimi bildiğimden bu yana müthiş bir şeydir.
S.: Buna, benim için en güzel örnek, nereye gitsen video kameran veya fotoğraf
makinenin sürekli yanında olmasıdır.
S.H.: Fakat her şeyden önce, görmem lazım. Kameramın devreye girişi,
bir şeyi görmeye başladığım andan itibarendir. Önce, her ne olursa olsun
formları yakalamak, benim için temel amaçlardan biridir. Renk konusunda,
kamera bazen yetersiz de kalabiliyor. Belki o andan itibaren gözümle
görüp, beynime kaydettiklerimle, kameramın kendince değişime tabi tu133
tarak aldıkları arasındaki paradokstan da yararlanıyorum. Önyargılarım
yok. Çok içten gelir çalışmayı önemsiyorum. Çalışma anlarımda istediğim
ya gerçekleşir, ya da gerçekleşmez. Bir iş yapmak istediğimde, önce onu
kafamda yorumlamam gerekiyor. İlk düşüncemin olması şart ve bunu çok
önemsiyorum.
S.: Görmenin çıplak haline önem veriyorsun diyebilir miyiz?
S.H.: Evet.
S.: Sanatta boyut meselesi, her haliyle gündeme geldiğinde, sınırsızlık olayıyla
da ilgili birisin gibi geliyor bana, bu konudaki görüşlerini öğrenebilir
miyim?
S.H.: Sınırsızlığa dayanan bir boyut olmalı ki, oraya bir ruh katabilesiniz.
Örneğin bir çizgi diyelim. O çizgi, söz konusu ruh ile yaşam ve anlam bulur.
S.: Sınırsızlık, sonsuzluğu beraberinde getireceğine göre, sonsuzlukta da bir
gizemden bahsetmek olası değil mi?
S.H.: Bütün yaptıklarımda ben de o söz konusu gizem olgusuna yer
verdiğimi düşünüyorum. Örneğin, titreşim konusuna ilgi duyduğum
zaman, bunu, insanlar arasındaki iletişime bağlamıştım. Örneğin titreşim
kavramının, bence renkle bağdaştırılmasına neden, doğadır. Doğaya yakın
olmayı seviyor ve bunu sanat için gerekli de buluyorum. Şunu rahatlıkla
ifade edebilirim ki, doğa, referanslarımdan biridir. Benim için, doğa, her
şeydir.
S.: Az önce titreşim olgusundan söz ettiğin sırada, mavi nitelemesinde de
bulundun. Hemen sormak isterim: Yves Klein mavisi hakkında ne düşünüyorsun?
S.H.: Klein ve mavisi demek, boşluk demektir. Bense o boşluğu dolduruyorum.
Fakat, Arman ve César gibiler de doldurmuştur o boşluğu. Bense,
mavi titreşimler serimde, söz konusu boşluğu titreşimlerle doldurdum;
Klein’in tam aksine. Fakat bir yerde, görüntülerimizin bir yerinde kesişebiliriz.
Yani görüntüde ortak bir dil oluşabilir. Aynı frekanslarda olmak konusu
ise bana çok doğal geliyor.
S.: Rengin psikoloji ile ilgisi konusunda ne düşünüyorsun?
S.H.: Her rengin eşit enerjiler sunduğunu düşünüyorum. Sadece düşünceye
göre rengin kullanım miktarı-yoğunluğu değişebilir. Işığın durumuna
göre de renkte değişimler yaşanabilir. Çocuk resimlerinde, rengin psikolojideki
etkileri üzerine çok araştırmalar yapılmıştır dünyada. Örneğin çocuğun
kullandığı fazla kırmızı, fazla sarının altında anlamlar aranır. Ben bu tür yaklaşımlara
pek katılmıyorum. Çocuklarla yakından ilgilendiğim ve onlarla çalışmalar
yaptığım için söyleyebilirim ki, kimi çocuklar kasvete, iç karartmaya
eş gösterilen siyahı çok seviyor, fakat buna rağmen, o çocuklar çok neşeli ve
rahatlar. Çocuk canı neyi kullanmak isterse onu kullanır.
134
S.: Sizin amacınız yapıt, dolayısıyla sanat olgunluğunu yakalayacak
oluşumlarmış gibi gelmiştir hep bana. Çocuksuluk ve sınır tanımazlığı da
yanınıza alıyorsunuz. Bu bağlamda kendinizi en çok hangi sanat dalına
yakın buluyorsunuz?
S.H.: Kendimi performans ve düzenleme dahil sanatın her dalına karşı ilgili
bulmuşumdur. Çalışırken, büyük bir özgürlük duygusu taşıyorum. Hiç kimseye
bir borcum yok, hiç kimseden bir şey beklemiyorum, hatta hiç kimsenin
takdirini de beklemiyorum. En özgür olduğum zamanlar, işimi yaptığım
zamanlardır. Yaptığım beğenilsin veya beğenilmesin, hiçbir zaman bunun
peşine takılmadım. Tanrıya şükür bu şansım da var. Bunu, büyük bir şans
olarak değerlendiriyorum. İşin maddi boyutuna bakmadan çalışmak, keşke
bütün sanat yapmak isteyenlere nasip olsa.
S.: Sanatta büyük maddi özgürlükleri olup da, hiçbir şey ortaya koyamayan
kimseler de var, bu konuda ne düşünüyorsun? Maddi olanla manevi olanın
örtüşmesi, belki de bir alın yazısı. Rahat olacaksınız, fakat sanat için gerekli
olan gözünüz de olacak, öyle değil mi?
S.H.: Kim ne yapıyorsa, hepsine saygım var. Çünkü ortada, gerçek olan
bir emek var ve benim de emeğe büyük saygım var. Beğeni neye göre?
Beğenip, beğenmemek sanatta bence bir kriter değil. Yapan kişi, yaptığından
dolayı mutlu mu ve yaptığında da samimi mi? Kanımca, sanatta samimi
olmak şart! Samimi olan kişiyse, sanatta varmak istediği yere varmıştır.
Hatta tarihe baktığımızda, samimi olanların kendi zaman dilimleri içinde
anlaşılamadığını, fakat yüz yüz elli yıl sonra anlaşıldığını görürüz. Bugün itibariyle,
başarmak veya başarmamak önemli değil! Maddiyata muhtaç olan
kimlikler içinse, bu büyük bir sorun, çünkü bugün itibariyle onlar yaptıklarından
bir kazanç elde etmek zorundalar. Bu zorunluluk da bazı fireleri
beraberinde getirebilir.
S.: Ben söylediklerinizden şunu anlıyorum: Samimi olanları, mutlak surette
görenler çıkacaktır. Zaten gerçek eleştiri de, böyle bir ortamda gelişecektir
diye düşünüyorum. Sanatçılığın, tarihte çok az insana nasip olduğunu
düşünenlerdenim. Örneğin Yüksek Rönesans’ın iki önemli şahsiyetinden
Michelangelo’yu, Da Vinci’den çok daha büyük bir sanatçı olarak görürüm.
Geliştirdiği ve dönemine ters düşen form anlayışından ötürü. İkisi de büyük
adamdır, fakat işin içine sanat lafı girdiğinde, her şey değişmektedir benim
gözümde. Tabii bunları 21. yüzyıldan söylüyorum.
S.H.: Kişinin sanata olan katkılarının, geniş zamanlar sonucunda anlaşılabilen
bir şey olduğunu vurgulamıştım az önce. Bu nedenle, hiç kimse,
hiç kimsenin yaptıklarına bu iyidir veya kötüdür diyemez, dememelidir.
Kriterlerime uymuyor, diyebilir, o kadar.
S.: Yaşamınızı etkilemiş bazı düsturlarınızın, ilkelerinizin olduğunu düşünüyorum.
Biraz bunlardan söz edebilir misiniz?
S.H.: Ondört yaşında, çok büyük bir trafik kazası geçirdim. Dört gün komadaydım
ve bacağımdan birinin kesilme tehlikesini yaşadım. Her şeye
135
rağmen, o anda düşündüğüm tek şey insanlara güvenmek oldu. Ve bununla
sevgiyi keşfettim. Daha da doğru bir ifadeyle sevgiyi başka açılardan
görmeye başladım. Bu sevgi, çift yönlü gelişti: Hem insan, hem de yaşam
sevgisi şeklinde. Yaşadığım kazadan ötürü doğanın havasını ciğerlerime
çekemeyebilir, renkleri de göremeyebilirdim. Hep bu açıları sorguladım.
Bunlar, beni yeniden yaşamak olgusuna döndürdü. Söz konusu kazanın
olumsuz tarafları bir tarafa, bana kazandırdığı çok olumlu şeyleri de olmuştur.
Görüş açımı çok genişletti.
Kaza sonrasında, tedavimin estetik boyutu için İsviçre’ye gittim ve sekiz yıl
kaldım. Orada liseyi bitirdim. Bu sekiz yıl da, benim için büyük bir coşkudur.
Bu yıllar, sanatı başka açılardan keşfetmeme neden olmuş, müzeleri görmemi
sağlamıştır. Bu arada, yaşamam için gerekli olan maddiyata destek
için, bir resim atölyesinde modellik yaptım. Söz konusu bu atölye ve sanat
ortamını, o günün Türkiye’sinde yakalamam mümkün değildi. Bu arada,
üniversite kurslarını da takip etmeye başlamıştım. Bir gece kursunda İsviçreli
sanat eğitimcisi nezaretinde altı hafta Picasso’nun Guernica resminin
üzerinde çalıştığımızı hatırlıyorum. Böylece, bu ortamlarda bir sevgiyi ve
coşkuyu paylaşmanın tadına vardım. Benim orada bulunduğum 1950’lerin
sonlarına doğru Picasso’dan çok söz ediliyordu. Picasso’nun kendisini Fransız
Rivierası’nda görmüş, onun bakışlarına tanık olmuştum. Pek yakışıklı bir
adam olmamasına rağmen, bakışlarının çok güçlü olduğuna tanığımdır. O
sıralarda ise, bana Picasso ile ilgili şu söylendi: “Bu adam resmin karikatürünü
yapıyor”. Fakat bu söylenene, ben katılmadım ve söz konusu bakışların
sahibi olan Picasso, bakışlarıyla kendisine yapılan bu ve benzeri yargıları
adeta yalanlıyordu bana göre. O günlerden itibaren Picasso’nun sanatına
yakınlık duydum ve onu incelemeye başladım. Sekiz yıl sonunda Türkiye’ye
geri döndüm ve evlendim. Birkaç yıl sonra oğlum Rifat doğdu. 1970 yılında
bir arkadaşım Maggie Danon ile beraber atölye kurduk ve o sıralarda sanat
adına çok çalışıyordum. 1971’de babamın vefatı üzerine, büyük bir fabrikanın
sorumluluğunu üstlenmek durumunda kaldım. Bu sürecim, sanat yaşamımı
malzeme tanıma yönünde çok etkilemiştir. 1971-1981 arasında,
benim bir fabrika yöneticiliğimin olması, sanatta yapmak istediklerime ciddi
bir ara vermeme neden oldu. 1981’den itibaren ise, çocuklarla resim çalışmalarına
başladım. Bu çalışmalar da, beni çok beslemiştir. Bu çalışmalar,
bugün de devam etmektedir.
S.: Bir genel bakış içinde yaptıklarını, “Kavramsal Sanat” disiplini içinde görüyor
musun?
S.H.: Evet. Yaptıklarımda söylem daha önde, biçim daha geridedir. Hatta bu
bağlamda, BM Sanat Merkezi’nde, Beral Madra ile iletişimde bulunarak,
bir “Bale” sergisi düzenlemiştim. O serginin doğuşu, fabrikamda enjeksiyon
makinelerinden çıkan plastik beyaz tüpler sayesindedir ve bunlar beni
gerçekten çok etkilemiştir. Çünkü bunlar, bana göre bale formlarını vermişti
adeta. Onları topladım ve bir sergi haline getirdim. Hatta o sergiyi, Kudüs’e
de taşıdım. Eski plaklardan yararlanarak da, “Suskunluk” isimli bir başka
sergi gerçekleştirdim. Form içinde form mantığını sorgulayan bir sergiy136
di bu. Plaklar söz, kelime, şarkı ile özdeşleşmişti adeta. Sonrasında onları
şeffaf formlara hapsederek de, suskunluğa göndermelerde bulunmuştum.
Yani suskunluk düşüncesini, formlarla vermeye çalışmıştım. Daha sonra
da bütün sergilerimde önce düşünce, sonra malzeme seçimi ve kullanımı
geldi. Görmediğim ve bilmediğim bir malzemeyi kullanmam, kullanmadım.
Çünkü kullanacağınız malzemeyi iyi tanımanız gerekir, bunu üstüne basa
basa söylüyorum.
S.: Senin yaptıklarının ataları bağlamında, Duchamp ve Beuys dersem, sen
ne dersin?
S.H.: İkisi de birbirinden çok farklı. Çünkü onların ışık kaynakları çok başka.
Değişik açılardan bir yerde birleştikleri de zaman zaman gözlenebilir.
S.: Bir travma atlattığın için soruyorum; daha iyi anlayabileceğini düşündüğüm
için: Frida Kahlo dersem…
S.H.: Aslında o, kazayı atlatmıyor, kazanın izlerini ve ağrılarını yaşamı
boyunca çekiyor. Kanımca da yaşadığı sancıların görüntüsünü çiziyor.
Vücuduna çaktığı her çivinin sancısını ise izleyiciye hissettiriyor. Bu açılardan
Kahlo’nun resmi çok ilginçtir.
Soru.: Son olarak söylemek istediklerin var mı dersem?
Sara Hatem.: Sanatla uğraşan insanların plastik sanatlar ve müzik ile de
yakından ilgilenmeleri gerektiğini düşünürüm. Örneğin ben, çok iyi bir dinleyiciyken,
bir yorumcu olmaya çok geç başladım. Sekiz yıl, Amatör Avrupa
Korosu’nda şarkı söyledim. Bu deneyimim bana başka açılardan ışık tuttu.
İyi bir sesim ve kulağım olduğu ifade edildi. Hiçbir nota bilmeden, yüz kişilik
bir koroda yer almak, bu mutluluğa erişmek ve paylaşmak benim için çok
önemliydi. Yeteneği olmayanların da sanata ilgi duyması, -her alıcının bir
de vericisi olduğunu unutmaksızın,- bir formasyon geliştirmelerini tavsiye
edebilirim. Bunu gerçek sevgiyle yaptığınız zamansa, sorun yok demektir