Hamburg doğumlu olan Warburg; klasik filoloji, sanat tarihi, psikoloji ve antropoloji gibi disiplinleri birleştirerek sanat eserlerine salt estetik değil, kültürel bellek, duyguların aktarımı ve simgesel süreklilik açısından yaklaşmıştır. En çok bilinen katkılarından biri, “Pathosformel” kavramıyla, antik çağlardan Rönesans’a ve modern döneme uzanan duygusal imgelerin bedensel jestler yoluyla nasıl aktarıldığını incelemesidir.
Warburg’un en etkileyici projelerinden biri, tamamlayamadığı ancak devrimci etki yaratan Mnemosyne Atlası’dır. Bu çalışma, tarih boyunca dolaşımda olan görsellerin büyük panolar üzerine yerleştirilmiş fotoğraf kesitleriyle izini sürerek kolektif bilinç ve simgesel süreklilik üzerine görsel bir düşünme biçimi geliştirmeyi amaçlar. Aynı zamanda, Rönesans sanatında antik biçimlerin yeniden doğuşu (Nachleben der Antike) temasını sistematik biçimde araştırmıştır. 1921’de kurduğu Warburg Kütüphanesi, daha sonra Londra’ya taşınarak Warburg Institute adını almış ve görsel kültür çalışmaları için önemli bir merkez hâline gelmiştir. Warburg’un çalışmaları, çağdaş sanat tarihi, medya teorisi ve kültürel analiz açısından bugün hâlâ etkisini sürdürmektedir.
Le Corbusier (telaffuzu: [lə kɔʁbyzje]) olarak tanınan Charles-Edouard Jeanneret (6 Ekim 1887 – 27 Ağustos 1965) İsviçre asıllı Fransızmimar. Modernizm‘e ve Uluslararası Uslüp’e yaptığı katkılar ile tanındı. Kariyeri uzun yıllar sürdü ve Avrupa‘da, Hindistan‘da ve Rusya‘ya başlıca olmak üzere oldukça mühim binalar inşa etti. Aynı zamanda; şehir plancısı, ressam, heykeltıraş, yazar ve modern mobilya tasarımcısıydı.[1]
Modern yüksek tasarımın öncü çalışmalarını yaptı ve kendisini toplu konutlar ve kalabalık şehirler için daha iyi yaşam koşullarını sağlamaya adadı. Daha sonra eleştirmenler tarafından mimarlık biçimi-stili ruhsuz monolitler olarak (yekpare dikmeler) ve kendini beğenmiş olarak eleştirildi.[2]
Yaşamı
Çocukluğu ve öğrencilik dönemi
Le Corbusier, İsviçre’de La Chaux-de-Fonds‘da doğdu. Babası saat kadranı ustasıydı, annesi ise piyano dersleri veriyordu. Le Corbusier 13 yaşında okulu bırakarak babasının yanında çalışmaya başladı. Aynı zamanda Uygulamalı Sanatlar Okulu’na yazıldı. Orada çizim ve sanat tarihi öğretmeni olan Charles L’Eplattenier’in etkisiyle mimarlığa ve “Arts and Crafts” hareketine ilgi duymaya başladı. Henüz öğrenci iken kübist çizgiler taşıyan bir cep saati tasarımıyla Torino’da uluslararası bir ödül kazandı.[3]
1908’de Paris’te Auguste Perret’nin (1874-1954) yanında çalışmaya başladı ve ondan betonarmenin ilkelerini öğrendi ve aynı zamanda Paris’in kültürel yaşamında yer almaya başladı. 1910’da betonarme bilgisini geliştirmek için Almanya’ya gitti ve orada mimarların bir birliği olan “Deutscher Werkbund” üyeleriyle ilişkiler kurdu. Berlin’de bir süre ilk sanayi tasarımcılarından bir olan Peter Behrens’in yanında çalıştı. Ardından mimarlık eğitiminin en önemli evresi olarak nitelediği ve aralıklarla dört yıl süren doğu gezisine çıktı. Bu dönemde gördüğü Antik Yunan mimarlığı äle Balkanlarda ve Anadolu’da gördüğü yerel mimarlık ve Osmanlı mimarlığı Jeanneret’i derinden etkiledi, onun için önemli bir esin kaynağı oldu.[3]
Erken dönem çalışmaları
Le-Corbusier-Platz Bern sokak tabelası
1915’te Dom-ino Evi (Dom-Ino House) ve Pilotis Villası üzerine çalıştı. Dom-Ino Evi daha sonra hem kendisinin hem de modern mimarinin yapısal temelini oluşturan bir örnek oldu.[3] Bu projede Jeanneret ilk defa yapı çatısını iç mekan düzenlemesinden ayırıyor ve “mobil mimarlığın” gelecekteki tezlerinin işaretini veriyordu.[4] 1916’da tasarladığı Villa Schob (ya da Villa Turque) ise oryantal tarzda çalışmaları idi. Art arda dar ve geniş bölümlerden oluşan simetrik ızgara planlarıyla saray-ev temasını işledi.[3]
1917’da yeniden Paris’e yerleşen Le Corbusier ressam Amédée Ozenfant’la (1886-1966) tanıştı ve hiç mimarlık işi bulamadığı için Ozenfant’ın etkisiyle ressamlığa yöneldi[4] ve düşüncelerini onunla birlikte çıkardıkları L’Esprit Nouveau (Yeni Ruh) dergisinde savundu. Buradaki yazılarını “kuzgunumsu” anlamına gelen, aynı zamanda dedesinin adından (Lecorbézier) türettiği “Le Corbusier” takma adıyla imzaladı ve sonraları da bu adı kullanmaya devam etti ve bu adla tanındı.[3] Hatta birlikte “Kübizmden Sonra” başlıklı bir manifesto-kitap yazdılar. Basel’de bankacılık yapan Raoul La Roche, Jeanneret’in tablolarının düzenli müşterisi oldu ve Jeanneret de açık artırmalara La Roche adına katılıp resimler satın alıyordu.[4]
İlk önemli kitabı olan Bir Mimarlığa Doğru 1923’te yayımlandı. Le Corbusier kitabında geleneksel, süslemeci mimarlık anlayışının tersine, yalın ve işlevsel yapıları savunarak, toplu konut anlayışına yeni bir boyut getirdi. Temel yaklaşımı olan işlevselciliği detaylı şekilde ortaya koydu. Buna göre mühendisliğin yaşadığı hızlı değişim mimarlıkta karşılığını bulamamıştı. Dönemim mühendislik ürünleri olan otomobiller, uçaklar, yolcu gemileri mimarlığın geçirmesi gereken değişimi açıklamak için önemli araçlardı.[5] Kitabında o dönemde mimarlıkla ilgili en ileri fikirleri bir arada bulmak mümkündü. Kitabında tahıl silolarının, yük gemilerinin, uçak ve otomobillerin resimleriyle yer verdi. Parthenon ile 1921 model bir spor araba olan Delage grand-spor‘a aynı sayfada yer vermesi iğrenç bir provokasyon olarak görüldü. Corbusier bu kitapta kendisi için hep geçerli olacak olan mimarlığın beş ilkesini de belirtiyordu. Bunlar şöyle sıralanıyordu:[4]
Engelle karşılaşmadan evin içinden geçen temel direk
Duvara göre özerkliği bulunan yapı çatısı
Her kata kendine özgü bir nitelik kazandıran özgür plan
Özgür cepheler
Teras çatı
“Bir Mimarlığa Doğru” 1923 Paris’inde şaşkınlık ve tepki doğurdu. Aslında La Corbisuer’in fikirleri aydınlanma döneminin başından beri gözlemlenebilecek şeylerdi. Mühendis “geleceğin adamı” olmuş, mimar “geçmişin adamı” olarak kalmıştı. Bunu değiştirmek için Le Corbisuer’in önerdiği yüzen şehir olarak yolcu gemisi Jules Verne‘de, Viollet-le-Duc‘de vardı. “Ev ikamet edilen bir makinedir” sloganı F.L. Wright tarafından kullanılmıştı. Le Corbisuer’in ışıyan kent hayali de aslında ütopik komünist Fourier’in düşlediği bir ortak yaşam yeri olan “phalanstère” (manastır ve Roma phalanx’ının birleşimi) idi. Hatta SSCB’nin doğusu Le Corbusier’i oldukça heyecanlandırmıştı.[6] Ancak kitabı çok ağır eleştiriler aldı, insanlar bir manastırda ya da bir yolcu gemisi kamarasında yaşamaya istekli değillerdi. Francatel’e göre Le Corbisuer, makineci, rasyonalist ve militarist ideolojilerin hepsini şahsında toplamıştı. Onun hayal ettiği dünyada “neşe ve temizlik zorunlu olacaktır. Bu dünya bir toplama kampı evreni, daha doğrusu bir getto” idi.[6]
1923-24 yıllarında La Roche ona ilk başyapıtını yaratma imkânı sağladı. Bahçe gibi düzenlenmiş teras çatısıyla çok renkli La Roche binası. İkinci başyapıtı ise 1929-1931 yıllarında tasarladığı Poissy’deki La Savoye villası oldu.1930-31 yıllarında Champs-Elysees’deki bir binanın tepesine çok lüks bir daire, bunun dışında Var’da Madame de Mandrot için bir villa inşa etti. Zengin müşterileri için müstakil evler tasarlarken, kent halkı için toplu konutlardan oluşan bir dünya düşünüyordu.[6]
Şehircilik Çalışmaları
Le Corbusier’in 1925’teki Süsleme Sanatları Sergisindeki Nouveau Esprit payyonunda sergilediği Paris için düşünülmüş şehir modeli. Projeye kendisini destekleyen otomobiv sanayicisi Voisin’in adına ithafen Plan Voisin adını vermiştir.
1922 yılında Le Corbusier’i bir ressam-dekoratör olarak kabul eden “Sonbahar Sergi Salonu” organizatörleri ondan sergi için bir çeşme projesi sipariş ettiler. Bu teklife çok sinirlenen Le Corbusier şöyle cevap verdi: “Tamam size bir çeşme yapacağım, ama çevresine de üç milyonluk bir yerleşim yeri koyacağım”[6] Ardından Amerikan gökdelenlerinin etkisiyle merkezinde 24 tane 60 katlı haç planlı büro binasının ve 10-12 katlı konut bloklarının olduğu ve bu merkezin yeşil bir alanla çevrelendiği “Üç Milyonluk Çağdaş Kent” tasarımını yaptı.[3]
Yine 1922’de “Citrohan” standart ev projesini çizdi. Le Corbusier’in Citroën araba markasının adını çağrıştıracak şekilde seçtiği bu isim evleri de arabalar gibi fabrikada inşa edip, sonra götürüp bi yere yerleştirme fikrinden kaynaklanıyordu. Le Corbusier bunun için gerekli kazık temeller fikrinden asla vazgeçmedi, hatta sonraları 1956’da Marsilya’daki konut birimlerinde bu düşüncesini uyguladı.[6]
1924 yılında Paris’te Sevres sokağındaki eski bir manastırın uzun koridorunu kiralayarak atölyesini kurdu ve kuzeni Pierre Jeanneret ile ortak çalışmaya başladı. 1925 yılında “Süsleme Sanatları Sergisi”nde bir mimarın evini inşa etmesi istendiğinde yine itiraz etti. Bir ev herkes için tasarlanmalıydı. Sergi yönetimiyle yaşadığı sürtüşme yüzünden Le Corbisuer’in pavyonunun “L’Esprit nouveau” etrafı çitlerle örülüp girişi yasaklandı. Pavyon ancak Eğitim ve Güzel Sanatlar Bakanı Anatole de Monzie’nin araya girmesiyle açılabildi. Le Corbusier çatışmadan çekinmediği gibi, üstelik bir de “Günümüzde Süsleme Sanatı” adında bir kitap yazdı.[6]
Sergideki pavyonda sergilediği projede Paris’in büyük kısmını yeniden düzenliyordu. Ren nehrinin kuzeyini tümüyle yıkıp altmış katlı haç şeklinde yapılmış dev kulelerin, ortagonal caddelerin ve park benzeri yeşil alanların olduğu bir plan sergiliyordu.[3]
1925’te Paris’teki uluslararası bir dekoratif sanatlar sergisinde Le Corbusier’nin, yaşayan hücre olarak nitelediği ilk ev modeli yer aldı. Hücre adını verdiği birimler bir araya getirildiğinde bir blok oluşturuyordu. Bu bloklardan biri Marsilya‘da 1946-1952 yılları arasında yapılan Unite d’Habitation‘dur (Yerleşim Birimi).
1928 yılında SSCB’de Kooperatifler Birliği Centrosoyouz’un kooperatif merkez binası için düzenlediği uluslararası yarışmayı kazandı. Bütün tasarımı bitirdi ancak Sovyet yetkilileri olan anlaşmazlıktan dolayı proje hayata geçirilemedi. Daha sonra projenin yönetimini Nikolai Kolli aldı ve Le Corbusier ile yazışarak binayı onun düşüncesine göre yaptı. Bina Le Corbusier’in beş temel ilkesinin tümünü yansıtır, sadece iç tasarımda Stalinist dönemin yeni zevklerini taşır. Yapı ofislerin olduğu üç dikdörtgen bina ile konser salonu ve büyük salonun olduğu, caddeye açılan kavisli dördüncü binadan oluşur.[7]
Ustalık Dönemi Çalışmaları
Le Corbusier evi: Le Corbusier’in çalışmalarına adanmış İsviçre sanat müzesi- Zürih
Le Corbusier, Uluslararası Modern Mimarlık Kongreleri (CIAM)‘ın kuruluş çalışmalarına da katıldı ve danışmanlık yaptı, konferanslar verdi.[3] CIAM tarafından belirlenen Atina Tüzüğü’nde kent planlamasının temel ilkeleri dört işlev üzerine kuruluyordu: barınma, çalışma, dinlenme ve ulaşım. Bu temel ilkeler Le Corbusier’in kent planları tam da bu bu işlevlere göre bölgeleme anlayışını yansıtıyordu: Merkezde yüksek katlı çalışma alanları ve çeperinde sosyal aktivitelerle birlikte düşünülmüş konut bölgeleri ve onları birbirine bağlayan çok şeritli otoyollar.[5]
Konut Birimi (Unite d’Habitation) bu anlayışın örneklerinden biridir. Doğrusal bir düzen içinde yer alan iki katlı konut birimleri iki yönden güneş alabilmekte, alışveriş, yemek ve temizlik gibi hizmetler yapının içinde sağlanmaktadır.[3] 1.800 kişiyi barındıracak 18 katlı bu yapının içinde, rafa dizilen şişeler gibi yerleştirilmiş, apartman dairelerinin yanı sıra, anaokulu, tiyatro, alışveriş merkezi, spor salonu gibi ortaklaşa kullanılacak hizmet birimleri bulunuyordu.
Kesintisiz bir arazi kullanımı gerçekleştirmek için ayaklar üzerine yükselen yapının boyutları Le Corbusier’in Modülör adını verdiği oran sistemine göre düzenlenmiştir. Bu oran sistemi 1.83 boyundaki bir insanın (belinin yerden yüksekliği 1.13 metre, elini kaldırdığında 2.26 metre) boyu ölçü olarak kullanılmıştır. Le Corbusier prefabrik ve endüstriyel yapım teknikleri için bir rehber olarak düşündüğü Modülör’i 1946″da açıkladı ve iki yıl sonra da yayınladı. Bu dönemde yaptığı en önemli ve en sıra dışı yapısı silo benzeri kuleleri, mantar başına benzeyen kalın beton örtüsü ve küçük açıklıklarıyla Ronchamp Şapeli’dir. (1954)[3]
1951-56 arasında Hindistan’da Chandigarh’da tasarladığı simgesel özelliği güçlü yapılar, 1958’deki Brüksel Dünya Sergisi’nde hiperbolik paraboloit form kullandığı Philips pavyonu yine önemli eserleridir. Le Corbusier’in son yapıtları Yat Kulübü (1965, Chandigarh), Zürih Sergi Pavyonu [8](1967) ve Venedik’teki Merkez Hastanesi (1965) oldu.[3]
İbn-i Heysem 965’te Basra‘da doğdu, 1038–1040 yılları arasında Kahire‘de öldü. Fizik, matematik ve felsefe alanlarında çalışmalar yapmıştır.
Öğrenimine Basra‘da başladı. Zamanının yüksek din ve fen ilimlerini de burada öğrendi. Tahsilinin bir kısmını tamamladıktan sonra, Bağdat‘a giderek özellikle; matematik, fizik, mühendislik, astronomi, metalurji gibi pozitif bilimleri öğrenip, şöhrete kavuştu. Öğrendiklerini uygulama safhasına koymak için çok gayret gösterdi. Birçok önemli neticeler ve başarılar elde etti.
İbn-i Heysem’in başarıları diğer memleketlerde duyulunca, Mısır‘da hüküm süren Fatimi Devleti hükümdarlarından El-Hakim kendisini Mısır‘a davet etti. İbn-i Heysem, Mısır’a gitmeden önce, Nil Nehri ile ilgili bir sulama projesi ve bazı teknik çalışmalarda bulunmuş, Nil Nehri’nden nasıl istifade edilebileceğini araştırmıştı. Projesini Fatimi sultanı El-Hakim’e açıklayınca, sultan projenin gerçekleştirilmesi için ona her türlü yardımı yapacağını bildirdi. İbn-i Heysem, Nil Nehri boyunca ilmi ve teknik incelemelerde bulundu. Yaptığı projelerin başarılı bir şekilde uygulanmasının o günkü şartlarda mümkün olmadığını görünce, hükümdardan af diledi. İbn-i Heysem, El-Hakim’in kendisi hakkında kanaatlerinin değişmesinden korkarak, gözden ırak bir yere çekilip hükümdardan uzak durmaya karar verdi. Gizlice ilmi çalışmalarını sürdürerek birçok eser yazdı. İlim tarihçilerine göre, İbn-i Heysem’in hayatının bu dönemi en verimli ve başarılı devri olmuştur. İbn-i Heysem, Birûni ve İbn-i Sina ile çağdaştı.
İbn-i Heysem, çağının bütün ilimlerinde otoriteydi. Fevkalade keskin bir görüş, anlayış, muhakeme ve zekaya sahipti. Aristo ve Batlamyus‘un eserlerini inceleyerek hatalarını gösterdi. Bunları özetleyerek Arapçaya tercüme etti. Ayrıca tıp biliminde de derinleşti. Geometriyimantığa uyguladı. Öklit ve Apollonius‘un geometrik ve sayısal metotlarını geliştirdi ve pratik uygulama alanlarını işaret etti. Geometri ve matematiğin inşaatçılık alanında uygulanmasında katkıda bulundu. Eski medeniyetlerden intikal eden matematik, geometri ve astronomiyi tedkik ederek ilmi tenkitlerini ortaya koydu ve bu sahalarda kendi nazariyelerini geliştirerek ilim alemine sundu. Mesela; Aristo ve Batlamyus’a ait olan dünyanın, kainatın merkezi olduğu şeklindeki görüşleri üzerindeki şüphe ve tereddütlerini ifade etti. Dünya merkezli bir kainat sisteminin kesin olmayacağı düşüncesiyle, güneş merkezli bir sistem üzerinde çalışmaya başladı.[29] Bu çalışmalar Nasîrüddin Tûsî, İbnu’ş-Şâtır ve Zerkâlî gibi isimler tarafından ilerletilerek güneş merkezli bir sistem modeli ortaya koyulmuştur. Bu model Kopernik‘in güneş merkezli sistem modelinden çok daha önce yapılmıştır.[29]
Fiziksel optik, meteorolojik optik, katoptrik, diyoptrik, yakıcı aynalar, gözün fizyolojisi ve algısal psikoloji alanlarında araştırmalar yapmış olan İbn-i Heysem’i, Latin skolastikleri “Alhazen” diye adlandırırlar. Kendisine ayrıca “Ptolemaeus Secundus” (İkinci Batlamyus; Arapçada “Batlamyus-i Sani”) lakabı da verilmiştir. İbn-i Heysem’in fizikte olduğu kadar tıptaki ustalığını da gösterdiği kitabı Kitab el-Menazır (Optik Kitabı / Görüntüler Kitabı / Optik Hazinesi) adlı yapıtı, gözün anatomisi ve fizyolojisi ile başlar. Burada beyinden çıkan optik sinirden başlayarak gözün kendisine kadar konjonktif, iris, kornea ve mercek gibi kısımlardan her birinin görme olayındaki rolü ustaca resimlenmiştir. Gözün çeşitli kısımları arasındaki ilişki ve görme olayı sırasındaki bütün bir organ ve dioptrik (merceklerin ışığı kırmaları ile ilgili) bir sistem olarak gözün nasıl iş gördüğü gösterilmiştir. İbn-i Heysem burada gözün kısımlarını şöyle adlandırmıştır: “El-sebakiye” (retina), “el-kurniye” (kornea), “el-sa’il el-ma’i” (göz sıvısı), “el-sa’il el-zucaci” (İngilizce: “vitreous humor”; gözün retinayla çevrili boşluğunu dolduran pelte koyuluğundaki saydam ve renksiz sıvı) vb.
İbn-i Heysem’in ünlü yapıtı, 12. yüzyılda Gerardus Cremonensis (Gherardo) (1114-1187) tarafından Opticae Thesaurus Alhazeni (İbn-i Heysem’in Optik Hazinesi) başlığı altında Latinceye çevrilmiş ve Batı dünyasını 600 yıl boyu etkilemiştir. Kitap, gözün yapısı, yanılsama (illüzyon), serap olayı, perspektif, ışığın kırılması ve fotoğraf makinesinin atası olan “karanlık oda”dan (sözcüğü sözcüğüne Ar. “beyt el-muzlim”, Lat. “camera obscura”: “karanlık oda”) söz etmekte ve böyle bir delikli kamera ile ters görüntü elde edileceğini belirtmektedir. İbn-i Heysem burada “karanlık oda”nın, güneş tutulmalarının gözlemlenmesinde kullanılmasını önermektedir. İskenderiyeli astronom, matematikçi ve coğrafyacı Claudius Ptolemaios (Batlamyus) (108-168), Almagest (Büyük Derleme) (~150’ler) ve Optik adlı yapıtlarında görme ve yansıma kuramını işlemişti. Batlamyus’un Optik adlı eserinin, ancak Sicilyalı Emir Eugene tarafından yapılmış Latince çevirisi günümüze kalmıştır. Görme konusunda İbn-i Heysem’e kadar geçerli olan kuram, Öklid ve Batlamyus’un ortaya attıkları ve görme olayının, gözün görülecek nesneye yolladığı ışınlarla gerçekleştiğini öne süren kuramdı. İbn-i Heysem bu kuramı reddederek olayın bunun tam tersi olduğunu ve gözün, nesnenin yolladığı ışınları algılayarak o cismi gördüğünü ortaya attı.
Işık kaynağı olan nesnelerde ışık, güneş gibi her noktadan karşısındaki nesnenin bütün yönlerine doğrusal olarak yayılır. İbn-i Heysem, düşüncesini şu şekilde uygulamıştır: Güneş ya da ateş ışığını bir delikten karanlık bir odaya göndererek ışığın yayılan yönü boyunca ip germiş ve ışığın yayıldığını göstermiştir. Bu tecrübeyi ilginç kılan, 17.yüzyılda Kepler tarafından tekrarlanmış olmasıdır.
Göz ışın kuramı
Nesnelerden gelen ışık ve renk etkisiyle görme oluşur. İbn-i Heysem, ışığın öncelikle gözden çıktığını savunan Gözışın Kuramı’na karşı çıkmış, nesneden ışığın geldiğini vurgulamıştır. Akıl yürüterek şu yargıya varmıştır: “Gözışın Kuramı’na göre gözden ışık çıkmakta, nesneye ulaşabilmesi için saydam ortamdan geçerek görme eylemi gerçekleşmektedir. Oysa bütün ihtimaller dikkate alındığında, gözden ışığın çıkmasıyla değil, göz ışınlarının bakılan nesneye gidip ondan geri gelmesiyle görme gerçekleşir.” Bunu da şöyle açıklamıştır; parlak bir nesneye ya da ışığa uzun süre bakarsa göz, acı duymaktadır. Eğer uzun süre dışarıdan bir etki alarak acıması doğalsa, göz dış bir etkinin görme sürecindeki alıcısı durumundadır. Sonuçta göz ışık kaynağı olamaz, zira ışık gözden çıksa acı vermezdi.
Işık kuramı
İbn Heysem, aydınlatılmış bir alandaki her nokta ya da nesnenin her doğrultuda ışık ışınları yaydığını, ama bu ışınlardan yalnızca birinin göze dik olarak çarptığını ve ancak bunu görebildiğimizi söyler. Diğer ışınlar farklı açılarda yayılırlar ve görünmezler. Gölge, tutulma olayları ve gökkuşağı gibi çeşitli fiziksel görüngülere ilişkin kuramları geliştirmeye çalıştığı eserlerinde, ışığın büyük ama sonlu bir hıza sahip olduğunu ve ışığın kırılması olayının ışığın farklı maddeler (ortamlar) içindeki hızlarının farklı olmasından kaynaklandığını duyumsatan ifadelere yer vermiştir. Ayrıca küresel ve parabolik aynaları incelemiş, bir mercek yardımıyla kırılma olayının odaklama sonucu nasıl görüntü oluşturduğunu, görüntüyü nasıl büyütebildiğini anlamış ve küresel bir aynada niçin sapma meydana geldiğini matematiksel olarak kavramıştır. Işık hızının ilk nicel kestirimi 1676’da astronom Ole Christensen Romer (1644-1710) tarafından, Jüpiter’in uydusu Io’nun dönme süresinin bir teleskop yardımıyla ölçümü ile yapılarak 228 bin km/s olarak verilmiş; astronom James Bradley (1692-1762) ise ışık hızını 1728 yılında yıldız ışığının sapması üzerinden 283 bin km/s olarak belirlemiştir. 1848 yılında ışıkta “Doppler etkisi”ni keşfeden Armand Hippolyte Louis Fizeau (1819-1896), 1849’da dişli çark yöntemiyle ışık hızını 298 bin km/s olarak ölçmüştür. 1851 tarihli sarkaç deneyi ile ünlenen Jean-Bernard Leon Founcault (1819-1868) ise 1850 yılında döner ayna yöntemiyle laboratuvarda ilk olarak ışık hızını 298 bin km/s olarak belirlemiştir.
İbn el-Heysem, gözden çıkan ışınlar konusunda şunları söyler:
Karanlıkta göremiyoruz. Işınlar gözden cisme doğru gitseydi karanlıkta da görmemiz gerekirdi.
Kuvvetli bir ışığa baktığımızda gözlerimiz kamaşır. Eğer ışınlar gözden çıksaydı kamaşmaması gerekirdi.
Karanlık bir odanın tavan ya da duvarında bir delik açarsak yalnızca o noktadan gelen ışığı görürüz. Oysa ışınlar gözümüzden çıksaydı her tarafı görmemiz gerekirdi.
Yıldızlara baktığımızda onları anında görürüz. Eğer ışınlar gözden çıkmış olsaydı yıldızları görmemiz için belirli bir süre geçmesi gerekirdi.
İbn el-Heysem’in ünlü yapıtına yorumlar Doğulu yazarlarca çokça yapılmış ama onun ardıllarının çoğu onun görme kuramını benimsememişlerdir. Ancak el-Biruni ve İbn Sina birbirlerinden bağımsız olarak İbn el-Heysem’in “görmeyi sağlayan şey, gözden çıkarak nesneye giden ışınlar değildir; tersine, algılanan nesnenin görünümü gözün içine doğru gider ve gözün saydam cismi (yani mercekler) tarafından biçimi değiştirilerek şekillenir” biçimindeki düşüncesine katılmışlardır.
İbn el-Heysem tüm zamanların en büyük fizikçilerinden biri olarak kabul edilir. Optik konusunda en yüksek düzeyde deneysel çalışmalar yapmıştır. O, “bir ortamdan geçen bir ışık ışınının en kolay ve çabuk olan yoldan gideceğini” bildirmiştir. Böylece, Pierre de Fermat’nın (1601-1665) “en küçük süre ilkesi”ne birkaç yüzyıl önceden katkıda bulunmuştur. Ayrıca, daha sonraları Isaac Newton’ın (1642-1726) “Birinci Hareket Yasası” olacak olan Eylemsizlik Yasası’ndan söz etmiştir: “Her cisim, hareketini değiştirecek kuvvetler uygulanmadığı sürece bulunduğu konumu korur ya da doğrusal bir yörüngede düzgün hareketini sürdürür”
Roger Bacon’ın (1214-1294) 1267 yılında tamamladığı Opus Majus (=Büyük Yapıt) adlı yapıtının V. bölümü, pratik olarak İbn el-Heysem’in ünlü yapıtının bir alıntısı niteliğindedir. İbn el-Heysem ışığın kırılma sürecini mekanik terimler cinsinden tanımlamıştır. Ona göre, “iki ortamın ayrılma yüzeyi boyunca geçen ışık parçacıklarının hareketi, kuvvetlerin bileşke yasasına uyar. Bu yaklaşım daha sonraları Newton tarafından yeniden keşfedilerek işlenmiştir.
İbn el-Heysem’in araştırmaları hem astronomik gözlemler hem de meteoroloji bakımından çok önemliydi. İbn el-Heysem atmosfer kalınlığı, göksel olayların gözlenmesinde atmosfer etkisi, alacakaranlığın başlangıç ve sonu (bu durumlar güneş ufkun 19 derece altındayken başlıyor ve bitiyordu), güneş ve ayın ufukta gökyüzünün ortasında göründüğünden daha büyük görünmesinin nedeni ve benzeri olayların optik sonuçları üzerine pek çok konuyu gün yüzüne çıkarmıştı.
İbn el-Heysem aynı zamanda hem düşünür, hem matematikçi hem de deneyci idi. Deneyleri için kullandığı mercekler yardımıyla bir düzenek tasarladı. “Karanlık oda” üzerinde ilk kez matematiksel incelemelerde bulundu. Güneş tutulması sırasında güneş imgesinin yarımay şeklini bir pencere kepenginde oluşmuş küçük bir deliğin zıt yönündeki duvar üzerinde gözlemleyerek “karanlık oda”nın ilk denemesinde bulunmuştur. İbn el-Heysem, ışığı, atmosferin küresel sınırında yansımaya uğrayan bir tür ateş olarak nitelemiştir. “Alacakaranlık görüngüleri Üzerine Kitap” adlı yapıtının günümüzde yalnızca Latince çevirisi (Liber crepusculis) mevcuttur. Onun bu konudaki başka incelemeleri gökkuşağı, ışık halkalanması (hâle), küresel ve parabolik aynalar üzerinedir. Bunlar ve güneş tutulması ile gölge konularına ilişkin öteki kimi kitapları yüksek oranda matematiksel karakter taşımaktadır. Bu hesaplamalara dayanak olması için metalden aynalar yapmıştır. Işık ışınlarının hava ve su gibi farklı yoğunluktaki ortamlardan birinden diğerine geçerken kırılmaları konusunda açıklamalarda bulunmuş, bunlara dayanarak atmosfer tabakasının kalınlığını şaşılacak denli doğru hesaplayarak 15 km.olduğu sonucuna varmıştır. Yalnız içbükey aynalarda görüntüyü büyütme ve güneş ışınlarını bir noktada toplama etkilerini incelemekle kalmamış, pertavsızlarla ve merceklerle de bu tür incelemeler yapmıştır. İlk olarak okunacak yazıları büyütmede kullanılan bir yüzü düz, öteki yüzü dışbükey bir mercek “okuma taşı” betimlemiştir. Işık ışınlarının su ve hava gibi saydam ortamlar boyunca kırılmasını incelerken suya daldırılmış yuvarlak dipli cam kaplarla oluşturduğu küre kesmeleriyle yürüttüğü deneylerinin ayrıntısında, büyüteçlerin kuramsal keşfine hemen hemen yaklaşmıştır. Bu buluş pratik olarak İtalya’da üç yüzyıl sonra gerçekleşmiş, kırılmaya ilişkin yasanın 1620’de Willebrord va Roijen Snell (Snellius) (1580-1626) ve Rene Descartes (Renatus Cartesius) (1596-1650) tarafından bulunması için ise altı yüzyıldan daha uzun bir süre geçmesi gerekmiştir. Snell, açıların trigonometrik sinüs değerleri yer aldığı için “sinüs yasası” diye de bilinen kırılma yasasını 1621 yılı dolayında ifade etmiştir. 13.yüzyılda Roger Bacon ve Orta Çağ batı dünyasının optikle ilgilenen başta Erazm Ciolek Vitellio (Witelo) (1225-1290) gibi öteki yazar ve araştırmacıları kendi optik çalışmalarında büyük ölçüde İbn el-Heysem’in bu ünlü eserine (Latincesi Opticae Thesaurus…) dayanmışlardır. Bu yapıt Leonardo da Vinci (1452-1519) ve Johannes Kepler’i (1571-1630) de etkilemiştir.
İbn el-Heysem daha önceki yıllarında Mısır’da Nil taşkınlarını önlemek üzere görevlendirildiği sıradaki başarısızlığının ertesinde kendisini deli gibi göstererek kapandığı hapishanede ve ondan sonraki özgürlük yıllarında yürütmüş olduğu deneylerde geometrik optiğin bütün alanlarıyla uğraştı. Bunlardan başka, İbn el-Heysem, matematikte ancak 4.dereceden bir denklemle çözülebilecek ve “Alhazen problemi” diye kendi adıyla anılacak olan problemi de çözmüştür. Bu problem, küresel bir dışbükey ya da içbükey ayna, bir nesne ve nesnenin aynaya yansıyan görüntüsü verildiğinde, yansıma noktasının bulunmasıdır. İbn el-Heysem bunu bir hiperbol yardımıyla çözmüştür.
İbn el-Heysem’e göre ışının alacağı yol en kolay ve en hızlı olacaktır. Yani ışın eğer yoğun ortama giriyorsa daha büyük bir dirençle karşılaşacak ve hareketi zorlanacaktır. Bu nedenle ışın, daha rahat edebileceği bir yöne, normale (girdiği ortam yüzeyine olan dikmeye) doğru bükülecektir; tersi durumda ise normalden öteye doğru kırılacaktır.
“Resmi görmek” program dizisi youtube kanalında yayınlanmaya başladı. Programda Hans Belting’in Floransa ve Bağdat Batı’da ve Doğu’da Bakışın Tarihi kitabından ilerleyerek anlatımını yaptık. Resmi görmeye kadar gelen süreçte öncellikle toplumun ışık ile olan hesaplamaları ön plandaydı. İbnül Heysem’in Işık teorisi resmin oluşumunda en önemli gelişmeydi. Görme eyleminin cisimlerden yansıyan ışıkla göze girme teorisi yerine ışığın havada düz bir çizgi çizerek göze ulaşmasıyla oluşan görme edimi bugüne kadar ki görme algısının temelini oluşturmuştur. Perspektif ışık ölçmlerinin Rönesansta Camera Obscura ile hesaplamaya çalışan araştırmacı bilim insanları ve sanatçılar tarafından kullanımaya başlayan bir yöntem olmuştur. İmgenin başlangıcını bilemeyebiliriz yalnız perspektifle iki boyutlu resmin çizilip bir alan ve uzam yaratılması perspektif sayesindedir. Perspektif sadece yarattığı üç boyutlu yüzeyin yanı sıra resim kültürünün ilerlemesini, resme olan kültüre bağlılığın resme yön veren perspektif tekniğiyle daha da arttığı kesindir. Perspektifin resmin oluşumunu sağlayan unsurlardan biri olarak yaratıcı sanatçılar perspektifi kullanarak kendi bakışlarını örtük biçimde göstermişlerdir. Perspektifin suda oluşturduğu halkalar büyük resmin doğmasına itici güç olmuştur. Perspektif ile yapılan resimler sanatın parçasından çok tekniğin ve optiğin bir parçasıydı. Matematik ve geometrik hesaplamalarla oluşturulan çizim, en önemlisi Panofsky’nin dediği gibi simgesel bir biçim oluşturur. Batı sanatında simgesel biçim perspektif ie oluşturulur. Perspektifin resim alanında kullanılması ve Antik çağın kültürüyle tamamlanması resim denilen olgunun kültürel ve sanat bilimi anlamında sağlam bir zemine oturtulmasını sağlar.
Perspektif Antik yunan ve Roma, Ortaçağ Avrupası’nda keşfedilmiş bir yöntem değildi. Ortaçağ skolastik düşüncenin etkisi atında insanları din ile ilgili bir kozmosa hazırlıyordu. Yapılan bilimsel araştırmalar ve filozofların çabaları Latinceden yapılan çevirilerle tanrının varlığını kanıtlamaya yönelik Tanrı aklını esas alan çalışmalardı. Ortaçağ hayatın göz ile kurulacağı Rönesans dönemine kadar hayata dair seküler kavramlardan uzakta bir otorite biçimi yaratmıştı. Rönesans Ortaçağın düşünce dünyasını Antik dünyanın ilerici bir yorumuyla yeniden yaratmıştı. Rönesans Arap dünyasının optik biçimini resimde kullanarak sadece görsel bir oluşum yaratmak yerine görsel bir devrimin fitilini ateşlemişti. Göz, görüntünün beyindeki görme sinirine ulaşmasıyla oluşuyor. Zihnin bir tasavvuru olmadan bakışa dönüşmüyordu. Göz sadece bir duyu organı olmaktan zihnin ve hayal dünyasının bir araya getirdiği çağrışım ve imgelerle düşünceye ulaşıyordu. Görme sadece gözün optik bir bakışımından öte zihinsel bir algılama boyutu taşıyordu. Görmenin psikolojik yansımaları zamanla insanın sırlarını çözmede ruhun karmaşık dünyasını aydınlatmış felsefenin ampirik boyutuna katkı sağlamıştır.
Bakış, kendi içinde tümel bir anlam içerir. Bir kişinin bakışından bir dünyanın bakışına mantıksal olmayıp ama dilsel manada bir kabule kavuşan bir söylem içerir. Bir bakışla kurulan dünyalar, modern dünyanın ideal devlet düzenini kurmada inşacı bir serüven başlatır. Herkesin inandığı bir tek doğru bakışın üzerine yapışan olumsuz görüşler ile birleşerek bir tek doğrunun olmadığı söylemsel farkların olabileceği düşüncenin çoğullaşması fikrine bizi götürür. Perspektif görmeyi geometrik bir tasarım haline getirirken tek biçimliliği de onaylar. Brunelleshi, Alberti, Ghiberti gibi sanatçılar perspektifin bir teknik olarak resmi var etmesinin ötesinde bakışa verdikleri anlamlar ile Antik çağın sembollerini resmin alanına taşırlar. Onların plastik anlamdaki kusursuzluğu tek bir ideali benimsemeleri yanında özneyi temsil eden bakışında farkında olmalarıdır. Kültürel köklerin derinliği, insanın eyleme merakı, bireysel yaratıcılıkların ve zamanın ruhu yanında resim gerçekliğinin olgunlaşmasının diğer nedenleri arasında sayılabilir.
Resmin kendi ontolojik kurgusu, bir araya getirdiği doğal unsurlar resmin sabitlediği bakışın cazibesinin nedenidir. Parçalara ayrıldığında bir anlam taşımayan renk ve ışığa dayalı sembolik biçimler bütünsel anlamına ulaşınca resim evrenini kurgulamaya başlar. Arap kültürünün put dediği kandırmaca tasvirler yanılsama ve illizyonun yaratıcı gerçekliğinde işte bu etkileyici bütünü yaratır. Bir anlamıyla havadaki ışığın yansımayla oluşan yanılsamalı görüntüsü, gözü kandıran tasvirler diğer yandan gerçekliği kopyalayan onu iki boyutlu yüzeye taşıyan geometrik bir tasarımdır. Resmin dünyadaki en önemli kültür taşıyıcısı olma hikayesini bile göz önünde tutmadan resmin oluşumunu, tekniğini ve kimyasını düşündürmesi insanın düşünen bir varlık olarak evrilmesinin ilk kanıtıdır.