MİMARİNİN BAROK AÇILIMLARI

Wölfflin, derinlik olmadan mimari olmaz diyerek başlıyor söze… Bu demek ki mimarinin derinlik anlamında koşut bir misyon yüklenmesi olarak  söyleyebiliriz. Resim ve heykele görsel malzemesinin oluşturduğu hiçbir gerçeklikte derinlik ile ilgili bir sınav şart koşulmamıştır. Görsel olanın optikle dönüşüme uğradığı kendi içinde evrilen anlamlarıyla Barok sanat, çok geniş olan mimarlık tarihinin içinde düşünsel ve yaratıcı anlamda etkin bulunması  kaçınılmazdır. Bir formlaştırma meselesi üzerinden yürüyen mimarinin diğer sanatlarda daha az olan ön koşulları vardır.  Bir yapının ayakta durması ve diğer yapı öğeleriyle olan iletişiminin yarattığı bir bütünsellik düşüncesi o dönemdeki sanatçıların  zihnini göstermesi açısından çok fazla farklar içerir. Sanatçının üslubu denen şeyin bu farklar olduğunu anlamaya başlarsınız. Tek tek yapıları tanımaya yönelik bakışın amacı çizginin form evriminin mimarlık üzerinden izlenme isteğidir. Zihin gestaltçı bir bakışla birbiriyle ilintili benzerlikler arar ve bulunca da ona bir isim vermek ister. Bir alana ait kavramların oluşum hikayesi yapının aşamalarında kullanılan yöntemin doğurduğu gözlemsel sonuçlara olan paralelliğin ya da zıtlıkların yarattığı gerilimin yapıtlar üzerinde buluştuğu izleyici bakışıdır.

 Wölfflin, sanat kavramlarına mimaride de oluştuğunu gördüğü kavramları sanat yapıtları üzerinde ön izleyerek bütünsel bir bakışın nesnesi yapmıştır. Hemen kabul edilebilecek içerikler sunan çizgisel-gölgesel, düzlem-derinlik, açık form-kapalı form gibi kavramlar üzerinden yaptığı eleştirisi kendi içinde tutarlı sanatçının dış ekspresyonunu anlamak adına yönlendiricidir. O zaman biz biraz Wölfflin’in pergelinin biraz dışına çıkalım.

Roma, Pincio Terası
Roma Pincio Terası, Düzlem kavramına eşlik eden Barok’un hareketli ve derinlikli halesini yansıtmamaktadır.

Mimarinin özellikle Barok dediğimizde bir sanat dalı olarak göklere çıktığını söylemeliyiz. Bunun kültürel anlamda Barok dönemin düşünsel zenginliği ile ilgisi elbette vardır. Bir Barok zamandan bahsediyorsak bu zamanda yaşama, özgürlüğe olan taleplerin muğlaklığında aşkınsal bir yapıt üretme mantığı devreye giriyor. Papanın krallığının sürdüğü bir zamanda kraliyet sanatçılarının sanat üretimi tamamen yapıta odaklı bir enerjinin sivil mimariyi ele geçirdiği bir durumla karşılaşırız. Bize masal ülkesi gibi gelenin zamanın zihnine zıt bir şekilde aşırılık ve şatafatla dolu olması, süs unsurunun yapıtın merkezi algısı olarak belirmesi barok zaman dediğimiz şeyi oluşturan yapıt silsilesidir. Buna rağmen yaşayan halka karşı bir duruş gibi gözüken bu güç gösterisi, sivil bir uygarlık anlayışının muğlak taraflarıdır.

Bernini’nin heykellerindeki poetik dil ve logos aynı anda çatışmasını sürdürmekte, yaratıcı sanatçıyı bulduğumuz an, evrensel düşünceyi yitirdiğimiz andır. Çünkü yaratıcı sanatçının penceresi daha karmaşık, grift bir yapıdadır. Din, toplum, sosyal yaşam, hayatın yörüngesi gibi konular soyut, sembolik bir dil ile kendini gösterir. Belki de biz bir mimari nesneyle yüzleşmekteyiz onun araçsal anlamlarıyla ilgilenmememiz bir süre askıya almamız gerekir.  Plastik filozofi, bir yanıyla bu görünüş kısmını benzeri bir şekilde yalıtarak, nesneleştirerek inceler. Doğal olarak bir nesne ne olursa olsun bir boyutu ,bir ağırlığı ve konumsal özellikleri vardır. Toplamında nesnenin uzamı diyeceğimiz bu hal Barok yerleştirmede bu özellikleri metafizik boyutlu bir yönelim olarak sanatın yüceliğini kentin her yanına sökün edecek şekilde ele alır. İşin içinde duygulanımın ve çatışmanın yanı sıra böylesi bir enerji birikiminin mimarın bir nesneyi nasıl yeni anlamıyla yaşayan bir forma dönüştürdüğünün kanıtıdır.

Bernini Önden görünüş filozofisi

Sanat, Roma’da iki farklı akıntıyla akmaktadır. Bir toplumcu bir ruhun ayağa kalkma isteği diğeri sanatın içine nüfuz eden orada kendine bir eylem alanı yaratan  bireyin dünyayı anlamaya yönelik içsel çatışmasıdır. Roma’nın katmanlı tarih anlayışı dediğimizde tarihin kuşatıcı gerçekliğini biraz es geçip dinamik bir tarih anlayışının bizi götüreceği yorumlara odaklanmak istiyoruz. Bugünü işin içine katmadan geçmişin salt olgularıyla ilgilenen bir bakışın günümüz tarihsel vizyonundan beklenen bir şey olmasa gerekir. Sanat, varoluşsal yaratıcı alanın tek inşacısı olarak tarihi şimdi ile geçmiş arasında kurgulayan klasik yapıtlarla doludur. İnsanı, tarihi geçmiş ve geleceğin şimdide olduğu bir buluşma noktasıyla algılamayı seçmiştir. Barok zamanı ele aldığımızda buradaki yapıtların dinamik sanat formları yaşayan bir tarihin varlığına işaret eder. İnsan, tarihi kendisi yapay bir şekilde üretmiş, gelecek kurgusuyla bugününe ahlaki anlamlar katmıştır.

Frauenkirche Münih
Frauenkirche Dresden

Tarihsel hermeneutik bu şekilde ilerlemeci bir ruhun uzantılarını taşır. Oysa sanat katıksız bir şimdi de geçmişi ve bugünü buluşturur. Bana göre de sanat yapıtları ne kadar çoksa o kadar çok tarihten bahsedemez miyiz? Tarih şimdi çizgisini geçmiş ve gelecek arasında kurduğu bağlarla sağlamlaştırır. Bir ilişki kurma noktası olarak düşünebiliriz. Bir yapıtın önünde şimdi durmak bizi zihinsel olarak geçmişe oradan da kendi tasarımlarımızın içinde bulunduğu bir gelecek etkisine götürebilir. Katharsisi yani arınmayı yaşarken içinde bulunduğumuz ruh hali tarihi anlamlandırma çabası olarak ta okunabilir. Bireysel duygunun arınmasından çok tarihsel bir anlam yaratma çabasıdır. Dolayısıyla sanat ve tarih arasındaki bağlar sanat yapıtlarının üretilmesiyle daha da katlanmış tarih ile sanat arasındaki birbirine geçmiş anlamlar bilimin özerk alanında yorumbilimsel anlamlar yaratmıştır.  Sanatı tarihten ayırmanın elbette daha ilerici, sanat yapıtının ontolojisini, izleyicinin görüşünü öne çıkaran psikodinamik anlamları bulunuyor. Biz tarihi okumalardan fazlasıyla yararlandığımız Barok dönemdeki yapıtlar gibi yapıtları form yapılarıyla nasıl açımlayabiliriz onu anlamaya çalışıyoruz. Tarihin ve felsefenin düşünme yöntemleri bu konuda sanatın anlamsal yanını açıklamada önemli birer araçtırlar.

Piazza Annunziata

Roma gibi tarihi şehirlerin tarihsel anlamla ilgili yargıları zamanın ilerleyişi ile farklılık gösterir. Roma’nın bir dünya şehri olarak adeta dünyaya örnek olarak yapılandırılması sanatın dış görünüş ve iç görünüş arasındaki ikilemine örnektir. Bir sanatçının Roma’yı adeta bir günde yaptığını hayal edin, sanatçının yaratıcı ekspresyonu için tinsel noktalar belirleriz. Diğer yandan bu her şeye hazır sanat ile bir söylem geliştiren bu şehrin yaşadığı siyasal, ekonomik buhranlar bu büyük yaratımın aslında küçük dünyalar tarafından alt üst edildiği, gerçekle yüzleşmeye zorlandığı, sanatında ucuz bir kahramanlık mitosu üretmeye başladığını bugünden bakarak söylemiyoruz. Romanın bir büyüklük olarak sanatı temsil etmesi içindeki insancıl, yaşama dair olan deneyimi görmeyi engellemiyor mu? Sanatın aldatma misyonunu devam ettiren bir Roma’nın yani kilisenin şeytanca bir şekilde yarattığı bu dünyanın yapıtlarıyla insanların gözünü kör etmesinden bahsedemez miyiz? Dolayısıyla sanat şehrinin içinden çıkanın aslında yaratma enerjisinin zuhur ettiği bir zengin zamandan geçtiğini söyleyebiliriz. Bu aurayı yaratanın zamanın tiniyle açıklanabilecek yanı bu zaman ilerledikçe modernin senteze götürdüğü bu sanat aralıklarında aranabilir. O halde yazınsal ifade edemediğimiz birçok şeyi ifade eden yapıtların aurası ile titreşime geçecek düşüncelere yönelelim: Wölfflin, bu konuda net ifadelerde bulunur. Onun ilgilendiği tamamıyla formdur. “Klasik sanat gelişmiş bir hacim duygusuna sahipti ama hacimleri baroğun formlaştırma üslubundan farklı bir ruhla yapıyordu. Barok ta başından beri düzlem izlenimlerinden kaçıyor ve etkisinin ruhunu görüntünün tadını, derinlik perspektifinde arıyordu. Düzlem üslubu çevresinde dolaşma etkisi verir ama bunu yaparken hiçbir derinlik duygusu verilmez.” Bu ifadelerden klasik sanatın ve Barok sanatın birbiriyle örtüşen yanlarının aynı amaca hizmet eden plastite yaratmak olmadığında anlaşalım. Farklı bir ruhla yapılıyor derken Antik çağa öykünen bir bakışın Barok form anlayışını anlayamayacağını savunur. Bu açıkçası Roma’ da bulunan Pincio Terasının İspanyol merdiveniyle kıyaslanması yerinde olabilir. Barok ruha uyan hareketi enerjik bir görünümle sunmayı başaran İspanyol merdivenlerinin yanı sıra Pincio terası düzlemsel bir form yaratıp birbirini tekrar eden biçimlerin sıradanlığını üstlenmiştir.

Bir saray yapısı olan Villa Farnesina klasik düzlem üslubunun tam örnekleridir. İki taraftan dışa taşan unsurlar olmasına rağmen düzlemde bulunuşu nedeniyle klasikçi bir anlayışı yansıtır. Barok o dönemde plastik anlamda kıvrım filozofisini yapıtlar üzerinde vurgulayan döneminin aydınlanmacı filozoflarının bilimsel düşünceyi din gibi görmeye başladıkları dönemde sanatsal açıdan yaratıcı bir kırılmadır.  Bu durum mimari yapılar üzerinde filozofik dünyaya koşut bir yaratıcı  dünyanın varlığına işarettir. Barokun kendine ait form biçimleri onun karakteristik yanıdır. Villa Borghese’de ön cephenin birbirine karşıtlık oluştururcasına farklı olması Farnesia daki hep aynı kalan pencere kanatları, gömme sütunlardan farklıdır. Villa Borghese’de cephe ile iki kanat arasındaki ilişkinin kolay farkına varılmasıdır. Uzamsal boyut bu yapıda önemsenmiş mimaride dinamik olmak, değişimin kendisi olmak aamaçlanmıştır. Çünkü aynı yapının bir başkalarının yapılması o dönem zor olmasa gerek buna rağmen her yapının kendine has bir görüntüsü ve taşıdığı gizil anlamlar vardır.

Villa Farnesia
Villa Borghese

Derin ve mistik olanın dış görünüşle ifade edilme biçiminde önceki çağdan daha farklı bir yönelim vardı. Bir merdiven yaparken bile uzamının düşünülüyor olması eski geometrik olanın içselleştirilip filozofik olanı temsil etmeye başlamasına kanıttır. Bu merdiven alanı diğer bir alanla bağlarken sanatın taşıdığı sorumluluk aklın yanı sıra duygunun da etki ettiği bir görme biçimidir. O nedenle Barok süslemeciliğin şatafatı bir yaratma güdüsünün coşkun bir şekilde mimarlık yapılarında kendini bulmasıdır. Wölfflin’in dediği derinlik kavramı logos ve arzunun birleşimi olan yeni bir denge arayışıdır. Rönesanstaki mistik denge yaşamın iki taraflı akışında dengeyi bulmak için daha çok coşmakta ve daha çok üretmeyi arzu etmektedir. Barok ise ta baştan beri paralel düzlemlerin etkisinden kaçıyor ve etkisinin ruhunu, görüntünün tadını derinlik perspektifinde arıyordu.

Frauenkirche kilise mimarisinde barok ruhun harekete geçtiğine tanıklık eder bir sanat eserine bakıyor olmanın doyumsuz zevkini yaşarsınız. Münihteki Frauenkirche kubbenin doğu mimarisi tadı taşıması, süs ve bezemeyi ön planda tutmak yerine yapısal çözümlere kendini bırakmasıyla ve eşssiz bir görünüme sahip olmasıyla bir kiliseden daha fazlasını ifade eder. İç tasarımındaki ortanefe yapılan kemerle Barok için önem arz eden derinlik kemer deseniyle sağlanır. Buna rağmen Dresden’deki Frauenkirche Meryem anaya ithaf edilmesiyle önemli bir heykel gibi form verilip iç ve dış arasındaki adeta müziğe dönüşen dilsel bir yapı Barok’un sanatın tüm ilgilerine mimariyi açık ettiğinin bir göstergesi tıpkı Bernini’nin scala regina’sında olduğu gibi…

Bernini, Scala Regina
Frauenkirche Dresden iç mekan

En baş yaratıcı tanrı eseri insanları yarattı o da ondan aldığı ışıkla sanat eserleri yaratıyor. Kilisenin böylesi bir önermeye hayır demeyeceğinden eminiz. Tanrının yarattıklarına özenen insan, şimdi kendi yarattıkları araçlarla yaratmaya devam ediyor. Kuşkusuz yaratmanın kutsandığı bu kiliselerde bireyin aydınlanmayla birlikte farklılaşan özneliğininde izini bu kilise mimarisinden çözebiliriz. Sivil olma vatandaş ollma ayrıcalığını yaşayacak yeni bir sınıf bu kiliselerin yeni emanetçisi olacak ve insanın şanlı yürüyüşünü simgelemeye devam edecektir. Yalnız tarihin bu gelecek vaadi gerçekleşmemiş insan ondan beklenen emanetçi olma görevini üstlenmeyerek daha devrimci bir tavırla özne olarak kendisini hayatın ortasına atmıştır. Barok kiliseler mükemmel mimarileriyle tarihin bir parçası olarak kalıp şimdinin içerisinde ona ayrılan kadar zaman sürecektir. Scala Regina’nın dili olsa bize bu trajik durumu söyleyecektir. Onun geçişli bölümleri ışığın etkisiyle yaratıcı olanı, zamansız olanı bize fısıldar. O dönemin ruhunun yanı sıra zihnini de fısıldayan mimarisiyle bir tiyatro sahnesinin temsilini taşır. İnsan bu zaman tiyatrosunun en dinamik oyuncusudur. Her bir detayından farklı açılımlar ortaya çıkaran imgeselliği ile zihnimizde yeni bir boyut kazandırır. Eserlerin her birinin bir varlığa sahip olması onunla konuşmamızı sağlayan etkilerden biri olsa gerek. Diğer türlü bu  denli canlı bir kişi ile bile bir fikir alışverişi yürütmek mümkün olmuyor.

Evet Roma gibi sanat şehirleri sanat üsluplarının çeşitliliği bakımından oldukça varsıl yerler. Şehrin kültürel ve tarihi boyutları, kişilerin bu şehirle olan tinsel enerjisi hemen her şey bu şehrin içerisinde bir yerinde yaşanmış birer geçmiş ve gelecek kalıntıları. Sanata dair her şeyi insanda ararken, İnsana dair her şeyi sanatta bulduğunuz enerjilerin yüksek olduğu yerler. Öyle ki en güzel yerleri en dipte ve en yalnız olanlarıdır. Öyle bir ortam yakalarsanız sadece sanatı değil varolmanın derin hissini de size yaşatacak bir auraya denk gelmişsinizdir. Unutmayın ki o sessiz meydanda bir yer karanlıktan sızan ışıkla bir sanatçının gözünde en yüksek yaratıcılığını elde edebilir. Sanatın tarihini bilen biriyseniz doğaya sanatla bakmanın yaratıcılığı ne kadar etkileyeceğini ışığın sadece ışık rengin sadece renk olmadığını anlayacaksınız. Barok’ta yaşanan bu ışık kırılması, ışık dansının içinde bulunduğu zamana sadece sanat değil bir sanat uzamı, sanat ötesi deneyimleme imkanı vereceğinden emin olabilirsiniz.  Sanatı deneyimleme doğa ve yaşam içerisindeki ikili uzamı ve Barok heykelde olduğu gibi sanat yapıtlarının etrafında gezinmeden sanatı düşünme potansiyelini vaad edecektir.

Plastik Filozofi Deneyimi


[1] Eroğlu,Ö. Sanatın Doğal Kuramı,Plastik Filozofi,s.14,Tekhne Yayınları,2025

Kaynak. Özkan Eroğlu Plastik Fiozofi, Tekhne Yayınları, 2025